05.10.2012 - Giriş
Yoklamayı
sosyal bilimler takip ediyor, hocaya göre önemli değilmiş.
Hoca
3 saat ders yapmayacakmış. Ama ders yapacakmış hoca. Ders 60–80 dakika arasında
sürermiş. Sınav yapacakmış hoca. Anlaşıldığı kadarıyla ödev yapılmayacakmış. Vize
filan da yok sadece final var.
Hoca
bizden bir şey isteyebilirmiş: Yargıtay kararı toplatabilirmiş.
İfa
engelleri ibaresi doğru bir ibare değildir. Dersin adı borcun ifa
edilmemesidir. Terim sorununa girelim. Neden böyle? à
Bu mesele özellikle alman hukukunda vardır. Tam çevirisi olmadığı için Almanca
terimi “leistung storum” ifadesi. Yani ifa arızaları, ifa bozuklukları, ifadaki
düzensizlikler gibi bozuk bir tercüme olabilir. Alman hukukunda yerleşik ifade
budur. Bu ifade Türkçeye ifa engelleri olarak çevrilmiştir. Çevriyi yapanın bir
hatayı yaptığını düşünmüyorum. Rona Serozan hoca çeviriyi yapmıştır. Aslında
ifa engelleri ibaresi, Philip Hack tarafından ortaya atılmış bir öneridir.
Fakat taraftar bulamamıştır. Onun yerine ifa arızaları ifadesi kullanılmıştır.
Sebebi şudur; ifa engelleri bizim tüm konularımızı kapsayacak bir ifade
değildir. Engel dediğimiz şey irade dışı durumun varlığını gerektirir.
Dolayısıyla borçlunun kasıtlı ifa etmemesi durumunu ifa engellerinin altına
sokamazsınız. Bu yüzden ifa engelleri deyimi kabul görmemiştir.
BGB’de
2002’de bir değişiklik yapıldı ve oradaki temel kavram “yükümlülüğün ihlali”
kavramıdır. “Fricht Ferletzung” İhlal dediğimiz zaman bir kastı gerektirir. Ama
bazen de onun ihlal kasıt olmasa bile ifa edilmemesine yol açabilir. Viyana
satım sözleşmesinde “breach of contract” da aynı şekilde eleştiriye uğrayan bir
kavramdır.
Öğretide
en fazla sempati toplayan kavram borcun ifa edilmemesidir. Burada dış etken mi
yoksa kendi kastıyla ifa edilmemesinin önemi bulunmamaktadır. Burada önemli
olan ifa edilememesidir.
Nerede
bu ifadeler vardır. Mesela Avrupa sözleşme hukukunun temel prensipleri 8. Bölüm
başlığı, borcun ifa edilmemesidir. PECL kapite 8; buradaki başlık borcun ifa
edilmemesi başlığıdır.
UNIDROIT
(asıl kısaltması PICC şeklindedir) Oradan yine borcun ifa edilmemesi kavramının
kullanıldığını görürüz. [Bu metinlerin neler olduğunu konuşacağız]
Yani
artık karşılaştırmalı hukukta da yerleşik bir şekilde borcun ifa edilmemesi
kullanılıyor. Ama bunu dar anlamıyla değil (yani borcun sadece hiç ifa
edilmediği durumları değil) geniş manasıyla (borcun hiç ifa edilmediği
durumlara ilave olarak, kötü ifa edildiği yan yükümlülüklerin ihlal edildiği
durumları da kapsayacaktır) ele almak gerekmektedir. Biz genel anlamıyla
kullanacağız. Biz daha da ileri giderek ayıba karşı ve zapta karşı tekeffül de
bu konuya dâhil edilen hususlardır.
Culpa
in contrendo bu başlığın altına girer mi girmez mi? à
İsterseniz sokabilirsiniz. Ama alman bir adam borcun ifa edilmemesinin altına
sokmaya sıcak bakmıyorum ayrı bir başlık altında incelenmesi gerekmektedir
diyor. (sağlam bir adammış.)
Yani
temel kavram ve dersin adı, borcun ifa edilmemesidir. Kısaca ifa engelleri
doğru bir kavram değildir. Yani hoca sehven ifa engelleri dese bile biz bunu
anlayacağız.
TEMEL İLKELERİ
İfa
engelleri hukuku veya doğru ifadesiyle borçların ifa edilmemesi hukuku hangi
prensiplerin üzerine dayanır. Neyi yapmaya çalışmakta hangi menfaatleri korur
onların üzerinde duracağız.
Uygulama
alanında bahsederken üzerinde duracağız, bu hükümler her türlü borcun ifa
edilmemesinde uygulama bulan hükümlerdir. Ama asıl önemli kategori sözleşmenin
ifa edilmemesidir. Hüber o yüzden der ki, borcun ifa edilememesine ilişkin
hükümler sözleşmeler göz önünde tutulduğu için bu şeklini almıştır.
İfa
engelleri hukukunun temel fonksiyonunu sözleşmeye aykırı davranışlar bakımından
etkili yaptırımlar getirmek oluşturmaktadır.
Burada
pacta sund servanda yani ahde vefa ilkesi, ifa engelleri hukukun korumaya çalıştığı
temel prensibi oluşturmaktadır. Ne alakası var? à Hukuk düzenini
bu ilkeyi koruması, muhafaza etmesi gerekir. Aksi takdirde sözleşme
özgürlüğünün hiçbir anlamı kalmaz. Sözleşme özgürlüğü ise kişilerin sözleşme
yapıp yapmamada tamamen özgür olmalarıdır. Ama ihlal bir yaptırıma bağlanmaz
ise sözleşme özgürlüğünün de hiçbir anlamı kalmayacaktır. O halde sözleşme
özgürlüğü ahde vefa ilkesinin mevcudiyeti halinde anlam ifade eder. Bu yüzden
de ahde vefaya aykırı davranışlara ağır yaptırımların öngörülmesi gerekmektedir.
Kısaca dayandığı temel ilke ahde vefadır. Ahde vefaya aykırılıkların
yaptırımlarını düzenlemektedir. Hatta kimi zaman ifa engelleri hukukunun bir
yaptırımlar hukuku olduğu ifade edilmektedir.
Genel
olarak bakarsak; bu yaptırımlar arasında ilk gelen; aynen ifa talebi değildir.
Bu kavram ilginç bir kavramdır. Bunu viyana sözleşmesi, Anglo sakson hukukuyla
karşılaştırırken çok farklı farklı düzenlemeler odluğunu göreceğiz. Ama
şimdilik, aynen ifa talebine sahip olması alacaklının kabul edilen bir yaptırım
değildir. Mesela roma hukukunda da böyledir. Sadece tazminat talep
edebilirsiniz. Kimi hukuk sistemleri denge bulmaya çalışmıştır.
Şimdi
yaptırımları nelerdir ahde vefaya aykırılığın? İlki aynen ifa talebi değildir.
Bu aslında yaptırım bile değildir. Çünkü zaten sözleşme yaparken aynen ifa
talebini yüklenmiştir. Ama bazen Ortak referans çerçevesi taslağında aynen ifa
yaptırımlar arasında kabule edilmiştir. Asıl yaptırımlardan biri; tazminat talebidir.
Sözleşmeye aykırılığa bağlanan en önemli yaptırım tazminat talebidir. Fakat burada
şu ince çizgi önemlidir; tazminat talebi öngörülürken iki hususa dikkat edilir:
1.si tazminat talebinin bir son çare olması gerekir. İlk planda başvurulan çare
olmaması gerekir. 2.si Ve fakat aynen ifa talebinden tazminat talebine geçişin
de zorlaştırılmaması gerekir. Bu birbirine çelişen fakat dengeleyen iki
husustur.
Bazı
şartlarda alacaklının fark teorisine göre uğradığı zararların tazminini talep
edebilmesi gerekir. Müsbet zararı incelerken üzerinde duracağız. Ama temerrüt
durumunda müsbet zararını isteyen alacaklı kendi borcunu yerine getirmekle
acaba yükümlü olur mu? à Ben kendi edimimi yerine getirip mi
tazminat talep edeceğim yoksa ifa etmeden sadece farkını mı isteyeceğim. İşte
fark teorisi bunu açıklıyor. Yani tazminat talebine sahip alacaklının kendi
edimini yerine getirme imkânından kurtulma imkânının olması gerekir.
Bir
başka yaptırım ise, bazı durumlarda alacaklıya radikal bir biçimde sözleşme
ilişkisini ortadan kaldırmak imkânını tanınması gerekir. Bizim alışkın
olduğumuz terminolojisiyle sözleşmeden dönme hakkı yeni ifadesiyle sözleşmeyi
sona erdirme hakkının tanınması gerekir. Neden? à Karşı taraf
borcunu ihlal ediyorsa diğer taraftan sözleşmeye bağlı kalmasını beklemek
haksızlık olacaktır. Yani hukuku ilişkiyi sona erdirme imkânına sahip olması gerekmektedir.
Şimdi
pacta sund servanda’ya aykırılığın yaptırıma bağlanması gerektiğinden
bahsediyoruz. Fakat bu prensiptir. Bunun hayata geçirilmesi değişik şekillerde
olabilir. Bir hukuku sistemi başka yaptırımlar öngörürken başka bir hukuk
sistemi başka yaptırımlarla ahde vefayı koruyabilir. Yani yaptırımların ve
düzenlemelerin her yerde aynı olduğundan bahsedemeyeceğiz. Zaten bunu
yapabilseydik prensip değil kuraldan bahsederdik. Borca aykırı davranış halinde
her hukuk sisteminde ön görülen yaptırım birebir aynı değildir.
Özetle
ifa engelleri hukukunun dayandığı temel prensip ahde vefa ilkesine aykırı
davranışın yaptırıma tabi tutulmasıdır. Bu amaç kimin penceresinden yapılan bir
değerlendirmedir? à Alacaklının. Bu alacaklının
menfaatinedir. İfa engelleri hukukunun alacaklıyı korurken borçluyu da tamamen
korumasız bırakmaması gerekmektedir. O halde ikinci fonksiyonu adil bir
dengeleme (denkleştirme) oluşturmaktadır. Yani alacaklıya haklar tanırken
borçlunun da tamamen korumasız bırakılmaması gerekir.
Borçlu
açısından korunması gereken menfaat nedir? à Acaba hangi
şartlar altında alacaklı tazminat veya dönme hakkını kullanabilecektir. Bunun
çok basit olmaması gerekir. Borçluya çoğu zaman buna engel olma imkânının
tanınması gerekir. Eğer bu ilkeyi göz önünde tutmasaydık, pacta sund’a aykırı
davranış mutlaka cezalandırılmalıdır deseydik, o halde sözleşmeye aykırı her
davranışta alacaklıya tazminat veya dönem hakkını açmamız gerekirdi. Oyda bizim
BK’da dâhil modern hukuk düzenleri bu katı uygulamayı tercih etmemiştir.
Borçluyu tamamen korumasız bırakmamıştır. Yani aynı ifa talebinden vaz geçip
tazminat isteme veya dönme hakkının kullanılması bazı koşullara tabi
tutulmuştur. Biz bunu temerrütten biliyoruz. Bunun için borçluya bir ek süre
verilmesi, son bir şans verilmesi gerekir. Yani borç ilişkisinin radikal bir
dönüşüme engel olmak için son bir şans gerekir. Hem müsbet zarar hem dönme
sözleşme ilişkisine ağır müdahalelerdir. Kanun koyucu ek süre tanımıştır böyle
ağır müdahaleyi yapmamak için. Eğer ek süreyi tanımışsa başka diğer
formaliteleri de yerine getirince hakkını kullanabilecektir. Genel hükümlerde
böyle ama özel hükümlerde her zaman böyle değildir. Mesela satıma baktığımızda
ihlalin türü açısından hiçbir ayrım yapılmamıştır. Alıcının sahip olduğu
haklardan biri de dönme hakkıdır. Başka yollardan BK 202. Maddesi vardır. Ters
yönden durumu toparlamaya çalışmıştır. Oysa eser sözleşmesine baktığımızda, BK
360 yenisinde 484’te dönme hakkının kullanılması için eserin iş sahibi
açısından kabul edilemeyecek derece ağır kusurlu olması gerekir. Yani her ayıp
halinde dönme hakkını kullanamazsınız. Öyle bir derecede olacak ki artık iş
sahibi kabul edemez diyecek bir durum olmak durumundadır. Doğrusu eser
sözleşmesindeki düzenlemedir. Yanlış olan satımdakidir. Her ayıpta dönme hakkının
kullanılamaması gerekmektedir. Ama bizim kanun metnine baktığımızda böyledir. Kirada
bambaşka bir durum vardır. Kirada ayıp durumunda hemen sözleşmeyi feshetmeye
geçemezsiniz. Önce ayıpların giderilmesi basamağını geçmeniz gerekir. Bu uygun
zamanda yapılamaz veya hiç yapılamazsa feshe geçebilirsiniz. Alman hukukunda
iki aşamalı haklar öngörülmüştür. Önce ayıbın giderilmesi, bu yapılamıyor veya
mümkün değilse veya aşırı masraflara yol açıyorsa gibi durumlarda dönme
olabilir. Alman hukukunun böyle yapmasının sebebi ise tüketicinin korunmasını
gerektiren AB regülasyonu açısındandır. BGB’de yeni versiyonunda tüketici
satımları göz önünde bulundurularak düzenlenmiştir. Çünkü tüketici hukukunda
hukukun temel ilkelerini terk etmek gerekiyor. Kira ve hizmette de böyledir.
Yani özel hukukun önemli ilkelerini geçiyoruz. Dolayısıyla bir tarafın
korunmasının baskın olduğu olayı esas alarak genel düzenleme yapmak sorun
teşkil edecektir.
İfa
engelleri hukukunun yan nitelikteki amaçları vardır. Biri hukuki işlem
güvenliğinin sağlanmasıdır. Hukuk güvenliği şu bakımdan önemlidir; sözleşmeye
aykırı davranışın sonuçlarının kestirilebilir olması gereklidir. Yani ben
sözleşmeye aykırı davranınca başıma neler gelecektir bunu öngörebilmeliyim.
Aksi halde ticari hayat felç olacaktır. Bu y%100 olmasa bile belirli olmalıdır.
Zaten %100 mümkün değildir. Bunun için kazuistik bir düzenlemeyi gerektirir. Ki
bunun sakıncalı bir yöntem olduğunu biliyoruz. Çok ayrıntılı düzenleme olursa
üstten bakışı da kaçırırsınız. Bu sebeple çoğu zaman hâkime takdir verilir.
Örneğin zararın belirlenmesi bakımında. Siz hukuk kesinliği olsun diye
ayrıntılı düzenlemeye giderseniz işin içinden çıkılamaz.
Bir
giriş yapıp ayrıntılarını haftaya bırakalım. Özellikle 60’lı yıllarda Amerika’da
ortaya atılan 80li 90 yıllarda Almanya’da tartışılan; hukukun ekonomik
analizinin ifa engelleri hukukunda etkisi nedir? à İlk duyulunca
çok çekici gelmiştir. Kavram Amerika orjinlidir. Bu kavram aslında KALDOR ve HICKS
isimli iki iktisatçının etkinlik kuramına dayanmaktadır. Bu iki durumun
karşılaştırılması esasına dayanır. Durumlardan birine X diyelim ve Y durumu ile
karıştıralım. Eğer X durumunun söz konusu olması belli bir kişiye belli bir
miktarda yarar getiriyorsa ve buna karşılık Y durumun söz konusunun olması belli
bir kişinin zarar uğramasına sebep oluyorsa;
X durumunun getirdiği yarar Y durumunun getirdiği zarardan daha fazla
ise bu durumda X tercih edilmelidir. Bunlar bir ara idam cezasını bu mantıkla
değerlendirilmeye başladılar. Yani idam mı edelim yoksa çalıştırırsak mı daha
fazla yarar elde ederiz. Hareket noktası şudur bu teorinin; tabiatta kaynaklar
sınırlıdır ve bunu optimal seviyede kullanma gerekirdir. Mesela önlem alınması,
bu önlemleri almanız için yapmanız gereken harcama 100 ise önlemleri almayınca
ortaya çıkacak toplam zarar 80 ise önlem almanıza gerek yoktur. Çünkü önlem
alınması sizi daha fazla zarara sokacaktır. Bu kıt kaynakların etkin bir şekilde
paylaşımına engel teşkil edecektir. İşte bunun bizimle ne ilgisi var? à
Acaba bazen sözleşmeyi ihmal etmek, ifa etmekten daha etkin bir durum olarak
nitelendirilebilir mi? à Yani neyse zararın ödüyorum ama ifa etmiyorum
şeklinde bir sonuca varılabilir mi? à Bizi asıl
ilgilendiren soru budur. Bunun mümkün olup olmadığına bugün değil haftaya
başlayacağız. Yani hukukun ekonomik analizinin ifa engelleri hukukuna
etkileridir.
12 Ekim 2012 – Hukukun Ekonomik Analizi
Hukukun
ekonomik analizini konuşmuştuk. Bundan geçtiğimiz derste bahsettik. Bizim
dersimizi ilgilendiren durum şudur: Bir durum bir kişiye fayda getiriyor ve
getirdiği zarardan fayda fazla ise o zaman olabilir demiştik. Ama acaba
sözleşmeye aykırılık sözleşmeyi ifa etmekten daha fazla yarar getiriyorsa,
borçlu alacaklının zararını tazmin etmeye hazır ise sözleşmeyi ifa etmemesi
kabul edilebilir mi?
Yani
borçlu ifa etmediği halde yararı 100 alacaklının zararı 70 ise borçlu ifa
etmese olur mu? à Ekonomik, yani kıt kaynakları optimum
şekilde dağıtılmasını söylüyorsa; bu teoriye göre kabul edilebilir. Yani
ekonomik pencereden olumlu cevaplandırabiliriz. Oportünist durumu teşvik
etmektedir. Oysa bizim mensubu bulunduğumuz, etkin (oportünist) sözleşmenin
ihlali kavramının kabul gördüğünü söylemek son derece güçtür. Her şeyden önce
ki; başta bahsettik, bazı hukuk sistemlerinde yoktur bazılarında sınırlıdır ama
bizde vardır. Aynen ifa talebi alacaklının sahip olduğu haklardan biri. Borçlu
şunu derse, teslim yok zararını öderim derse; tabloyu teslimden zararı ödeyerek
kaçınabilir mi? Alacaklının aynen ifa talebi vardır, bunu ileri sürerek ve
karşı çıkma olursa bunu icraya koyarak elde etme imkânı vardır. Bizde şöyle bir
durum olsa ne olur? à B, C’ye satıp teslim ederse. Yani A’ya
100’e sattı, başkası olan C’ye 150’ye sattı ve teslim etti. Burada iki problem
var. Burada iki problem var. Birincisi çifte satım durumunda iki problem var.
Birincisi ilk satımdaki alacaklı, ikinci satımdan dolayı borçlunun elde ettiği
kazancın iadesini (kendisine) talep edebilir mi? à Alman hukukunda
bir görüş talep edileceğini savunuyor. Çifte satım durumunda bu görüşe göre
(bizde böyle bir hüküm ve karar yok) borçlunun sözleşmeye aykırı davranarak
elde ettiği yararları iade isteyebilir. Bu sonuca nerden varıyorlar? BGB’de
düzenlenen kâyip değeri talebe dayandırıyorlar. (Burada tam anlayamadım neye
dayandırdıklarını) İkincisi çifte satış durumunda, eğer C’nin kasıtlı bir
davranışı varsa bu nedir? à Bu hukuka aykırı mı? Başkasını
sözleşmeye aykırı davranmaya teşvik etmek nedir? à BK 41/2 TBK
49/2, ahlâka aykırı davranıştır. Başkasına zarar veren kişi meydana gelen
zararı tazminle yükümlü olur. Dolayısıyla bu hükmün en önemli uygulama
alanlarından biri de başkasını sözleşmeye aykırı davranışa teşvik etmedir. Yani
C gidip diyor ki B’ye, 100’e satma bana 150’ye ver diyor. Eğer bu davranış
kasıtlı ise 41/2 anlamında ahlaka aykırı davranıştır. C 41/2 anlamında A’ya
zarar vermiştir. Eğer C, A’ya 41/2’ye göre ahlaka aykırı davranış ile zarar
vermiş ise normalde A C’den uğradığı zararları tazmini talebidir. Orada sadece
nakden değil aynen tazmin de olabilir. Bu da malın kendisine teslim edilmesi olabilir.
Dolayısıyla 41/2 üzerinden A, C’den (bazı alman mahkeme kararlarında) malı
iadesini talep edebilecektir. Ama herkes bu görüşte değildir. Böyle bir olayda
bizim mahkemelerimiz (İsviçre federal mahkemesi) nasıl karar verirdi
bilmiyoruz. Bildiğimiz kararıyla böyle bir karar yok. Gördüğünüz gibi bu etkin
sözleşmenin ihlali kavramına bizim hukuk sistemimiz teşvik etmekten ziyade
zorlaştırdığını söyleyebiliriz. Bizim hukuk sistemimizde, ortalama bir yol
kabul edilmiştir. Evet, zorlaştırmış ama tamamen yasaklamamıştır. Yani, sözleşmeye
aykırı davranış borçluya yarar sağlamamalıdır diye bir kural bizim hukuk
sistemimizde yoktur. Ortalama bir hüküm yani bu. Peki? à
Fakat öyle bazı düzenlemeler vardır ki, bu düzenlemeler acaba ekonomik
düşüncelerle izah edilebilir mi sorusu akla gelmektedir. Neler bunlar? à
BK 369 TBK 484, ne var orada? Eser sözleşmelerinde iş sahibi eser
tamamlanıncaya kadar tam tazminatı ödeyerek sözleşmeyi feshedebilir. İş sahibi
herhangi bir gerekçe göstermeden müteahhidin zararlarını tazmin ile sözleşmeyi
feshedebilir. Nedenini soramayız ona. Serbestçe kullanılan bir fesih hakkıdır.
Acaba bu bir etkin sözleşmenin ihlali durumu mudur? à
Başka ne var? à
Ayıbın giderilmesi eğer aşırı masraflara yol açıyorsa bunu talep edemezsiniz.
Eser sözleşmesinde zaten böyle bir hüküm vardı satıma da yeni kondu. Ayıbın
giderilmesinin yol açacağı masraflar aşırı değilse talep edebilirsiniz. Ayni
onun size sağladığı yarardan daha fazla isteyemezsiniz. Kumandada bir düğme
değişecek, ayıbın giderilmesini isteme hakkım var ama 10 liralık kumandanın
değişimi için 25 lira veriliyorsa bana ne hak benimdir denemez. Peki, bu acaba
hukukun ekonomik analizi düşüncesiyle izah edilebilir mi? Bir başka durum ise istisna
akdinde önemsiz ayıplar bakımından dönme hakkı kullanılamaz. BK 360 yenisinde
475. Maddedir. Orada diyor ki; dönme hakkı iş sahibinin eseri kabule zorlanamayacağı
derecede bir ayıp varsa kullanılabilir. Yani ufacık bir ayıpta kullanılamaz.
Acaba burada da mı ekonomik bir düşünce vardır. Kanun koyucu dönme hakkının
kullanılması büyük zarar veriyor diye mi ortaya çıkmıştır. Bu durumların büyük
çoğunluğunda düzenlemenin temelinde yatan düşünce ekonomik olmaktan ziyade,
hakkın kötüye kullanılması düşüncesidir. Çünkü bu tür olaylarda, özellikle
masrafları aşırı nitelik taşıması veya basit ayıplardan dönme hakkının kullanılamaması
düşüncesinin temelinde dürüstlük kuralı yani aksi davranış hakkın kötüye
kullanımı oluşturacağı kabul ediliyor.
Bu
hukukun ekonomik analizi bir furya halinde tartışma konusuydu ama 90’ların
sonunda itibaren bu bizim hukuk sistemimizde kabul edilen bir düşünce olamaz.
Bir iki kitap çıkıyor ama onların hepsi yeni baskıdır. Yani o ilk heyecanı
kaybetmiştir. Çünkü bu düşüncenin alman hukukuna ve bize adapte edilmesi mümkün
değildir. Yani sadece ekonomik gerekçelerle adapte veya kural koymak mümkün
değildir.
Bizim
BK’nın sistematiğine bir bakalım; borcun ifa edilmemesine ilişkin
düzenlemelerine bir bakalım. Ayrıntılarına girmeden önce tamamen sistematik
açıdan bir göz atalım. Bir önceki derste söylemiştik. BK’nın 96 vd. hükümleri
kaynağı ne olursa olsun her türlü borç ilişkisine uygulanır ama o kuralların o
hale gelmesine sebep olan kaynak sözleşmedir. Yani her türlü borca aykırılıkta
kullanılır ama en önemlisi sözleşmeye aykırılıktır.
BK
borcun ifa edilememesini düzenlerken, bir üçlü ayrıma dayandırmaktadır. İmkânsızlık,
temerrüt ve borcun gereği gibi ifa edilmemesidir. Bunun sebebi tarihidir. Bu ta
Freidich Moinsen’e giden imkânsızlığa dayanmıştır BK. Bu borcun ifa
edilmemesine ilişkin bir tanım yoktur. Yani bu türlerin tanımı yoktur. İmkânsızlıktan
ne anlaşılması gerektiği gibi bir tanım yoktur. Özellikle borcun gereği gibi
ifa edilmemesi bu önemlidir. Çünkü ifa modalitelerini hatırlayacaksınız: Bir
borcun doğru şekilde ifa edilmiş sayılması için şu beş soruya uygun olması gerekir.
Bir kim ifa edecektir, iki kime ifa edecektir, üç ne zaman ifa edilecektir,
dört nerede ifa edilecektir, beş ne ifa edilecektir. Bu soruların cevabı
sözleşmede olabilir. Boşluk varsa kanunun tamamlayıcı hükümleri uygulanır. Bir
sözleşmenin tam doğru ifa edilmiş sayılması için, ifa ile arzu edilen son
gerçekleşir. Bu beş soruya ilişkin olarak varsa sözleşmede yoksa kanunda
öngörülen düzenlemeler uygun bir ifa gerekiyor. Aksi takdirde borcun ifa
edilmemesi söz konusu olacaktır. En fazla karışıklık ise 5. Sorudur. Yani ne
ifa edilecektir. Sözleşmeye uygun bir ifadan bahsedebilmek için ifanın hangi
özellikleri taşıması gerekir. Burada yan yükümlülükler önem taşır ama BK’da
buna ilişkin hükümler yoktur. Satımda ise ifanın konusu özel olarak
düzenlenmiştir.
Borcun
ifa edilmemesi durumunda bizim BK’ya göre hangi yaptırımlar devreye girebilir? à
Bunları sayalım. Neler olabilir? à Tartışmalı
olmakla beraber aynen ifa olabilir.
Bizim hukuk sistemimizde bu aslında asli edim yükümlülüğüdür bu bir yaptırım
değildir zaten sözleşme gereği bunu yüklenmiştir. Ama ortak referans taslağında
bu bir yaptırım olmuştur. Başka ne olabilir? à Tazminat olabilir. Cezai şart
tazminattan başka bir şey mi? à Hayır. Başka ne olur. Sözleşmeden dönme veya fesih olabilir.
Başka? à
Özel hükümlerden ne olabilir. TTK’da değiştirme olabilir. à
Bu aynen ifa kapsamı altında incelenebilecek bir şeydir. Yeni bir mal teslimi
veya mevcut ayıpların giderilmesi hakkı aynen ifanın uzantısı sayılabilir. Ama istiyorsanız
sayabilirsiniz. Bedelden indirim
olabilir. Bu da başka bir haktır. Genel hükümde yok ama birçok sözleşme türünde
özel hükümlerde ön görülmüş bir yaptırımdır. Bir de özellikle öngörülemeyen bir
durum söz konusuysa uyarlama gündeme
gelebilir. Yani kısaca sözleşmenin değişen koşullara uyarlanmasının şartları
mevcut olmak kaydıyla uyarlama gündeme gelebilir. BK’da genel hükümlerde ilk
üçü vardır. Yenisi bakımından belki uyarlama da genel hükümlerde vardır. Oysa
bu yıl üzerinde duracağımız metinlerde birçoğunda alacaklının sahip olduğu
haklar sayılırken, bedel indirimi vs. sayılmaktadır o yüzden konuşuruz bunu.
BK’nın
borcun ifa edilememesine ilişkin hükümleri sistematik açıdan önemli
eleştirilere muhatap olmuştur. İlk eleştiri bu ayrımın çağ dışı olduğu ve artık
modern olmadığı eleştirisidir. Önemli olanın borcun veya sözleşmenin ifa
edilmemesi olduğu, yani bunun neden dolayı olduğunun önem taşımaması gerektiği
söyleniyor. Türk/İsviçre BK’nın isabetsiz olduğu söylenmektedir. Yeni metinlerde
artık borcun ifa edilmemesi türlerine göre bir ayrım olmadığı, kiminde
sözleşmeye aykırılık kiminde yükümlülüğün ihlali gibi genel kavramlar
kullanıldığını söylüyoruz. Ayrım sadece bazı haklar bakımında dikkate alınmıştır.
Kimi hakları bazı durumlarda kimi hakları her durumda ön görülmüştür. Modern
metinlerde yapılmamaktadır. Aslına bakarsanız BK’dan önce çıkmış olan İtalyan
MK’da da genel bir hüküm vardır. İfa edilmeme kategorilerine göre bir ayrım
yoktur. Bunun TİBK’ın zayıf noktalarından biridir. Bu nereden girmiştir? à
Sıra gelirse daha da açacağız. Bunun sebebi tarihidir. Alman hukukuna kadar
gider. Özellikle morgsen denilen hukukçunun. Tesadüf eseri 3 kitap yazmıştır.
Bu üçü bütün bildiklerimizin temelini oluşturur. Bu ayrım BGB’ye girmiştir. BGB
etkisiyle de TİBK’a girmiştir. Aynı ayrımın 2012 tarihindeki BK’da olduğu gibi
muhafaza edildiği kabul edilmiştir.
Hocam
burada neden kötülüyoruz? à Burada bunu anlamak için borçlu değil
alacaklı açısından bakmak gerekmektedir. Bir başka meselede somut olayda her
seferinde bunun için uğraşıyoruz. Bunu niçin niye kafa yoruyoruz. Borç ifa
edilmediyse alacaklı açısından bakınca neden kafa yorsun. Bu ayrıca uygulayıcı
açısından da zor çünkü talep ederken neye dayandıracağız bilmiyoruz. Ama hoca
tarafını belli etmiyor sadece yeni trendden bahsediyoruz.
Uyarlama
açısından ise tipik bir yaptırım özelliği taşıdığı söylenemez. Yani biraz
senden biraz benden diyerek yeni şartlara uyalım gibi olabilir. Ama bir gözle
bakınca bununda bir yaptırım olmasını değerlendirebilirsiniz.
İkinci
önemli eleştiri ise; başlangıçtaki imkânsızlık ve sonraki imkânsızlık ayrımına
yönelik bir eleştiridir. Bunun üzerinde kısa geçeceğiz. Biz BK’nın sistemine
uyarak gideceğiz. Orada imkânsızlığı incelerken üzerinde dururuz. Bu da artık
aşılmış bir ayrımdır. Sözleşme konusu edim başlangıçta imkânsızsa sözleşme
batıl, eğer sonradan imkânsızsa kusur varsa 96 yoksa 117 uygulanır. Yani ifanın
mümkün olması, sözleşmenin kurulduğu anda mümkün olması geçerlilik şartıdır.
Aksi takdirde sözleşme batıl olacaktır. Dolaysıyla geçerlilik şartıdır. Yeni
yazılarda, sözleşmenin bir şartı olarak değerlendirilmediğini görüyoruz.
Değişik bir ifadeyle başlangıçtaki imkânsızlığa rağmen sözleşmenin kurulacağını
söylüyoruz. Sözleşme geçerli kurulur ama ifa edemeyecektir. Başlangıçtaki imkânsızlık
da geçerlilik değil ifa edilmemeye girmektedir bu durumda. BGB’de bizden farklı
olarak (2002’den sonra) başlangıçtaki imkânsızlık bir butlan sebebi değildir.
Aynı
şekilde; UNIDROIT: 3.3.1, PECL art 4:102 hükmünde artık imkânsızlık bir
geçerlilik koşulu olarak sayılmamaktadır. Sözleşme kurulur kabul edilmektedir.
Bizdekine benzer sadece Avrupa sözleşme kanunu ön metinde vardır.
Bir
başka temel eleştiri ise sistematik açısından: Genel hüküm- özel hüküm
çelişkisidir. BK’da borcun ifa edilmemesi düzenlendikten sonra özel hükümlerde
her bir sözleşme tipi açısından ayrıca düzenlenmiştir. Fakat özel ile genel
düzenlemeler açısından bir çatışma söz konusudur. BK geneldeki tek yaptırım
tazminattır. Oysa özel hükümlerde 5 tane yaptırım söz konusudur. Tartışma
nereden ortaya çıkıyor? à Özel hükümlerde birçok hak ön
görülmüştür ama onları kullanmak için muayene ve ihbar külfetini yerine
getirmiş olmak gerekmektedir. Bun yerine getirmeden özele gitmeden genel hükme
gidilir mi inceleyeceğiz. Genelde farklı özelde farklı düzenlemelerin yer
alması uygulama güçlüğüne sebep olmuştur. BGB’de de vardı bu fakat 2002’de
ikisini uyumlu hale getirdi. Ve iç atıflar vardır. Bizde böyle bir durum söz
konusu değildir. 2011 tarihli BK’da da aynı durum varlığını devam
ettirmektedir.
Bir
başka eleştiri ise; sözleşmeden dönme hakkının genel hükümlerde sadece temerrüt
durumunda ön görülmüş olmasıdır. Kusurlu imkânsızlık veya gereği gibi ifa
etmemede genel hükümlerde dönme hakkı ön görülmemiştir. Oysa gereği gibi ifa
olmayınca alacaklının dönme hakkının büyük bir menfaati olabilir. Hatta kimi
yazarlar kanunda düzenlenmese bile bu hakkın olduğunu söyleyecek kadar ileri
gitmiştirler. Fakat kanunda böyle bir hak yoktur.
Bir
başka eleştiri ise; kısmen TBK bakımından giderilmiştir. BK genel hükümlerinin
ve özelliklede borcun ifa edilmemesi açısından hükümlerin münhasıran ani edimli
borç ilişkileri gözetilerek düzenlenmiştir. EBK’yı hazırlayanlar hep ani edimli
borç ilişkilerini göz önünde tutmuşlardır. Bunun için artık sloganlaştırılan,
sürekli borç ilişkilerinin yerini fesih hakkı yer alır kabul edilmiştir TBK’da.
SBİ ilişkin özel düzenlemelerin kanunda yer aldığını görüyoruz.
Şimdi
karşılaştırmalı hukuka bir bakalım. Daha doğrusu sadece başlıkları itibariyle
değineceğiz. Karşılaştırmalı hukuktaki durum: özellikle de hukukun yeknesak
hale getirilmesi çabaları çerçevesinde ortaya çıkan metinlerden söz edelim. Dolaysıyla
atıf yapmak anlam kazanırdı ama ziyanı yoktur. Sınır ötemizde neler var ona
bakalım? à
Burada iç hukukumuz haline gelen 1980 tarihli Viyana satım sözleşmesinden
bahsetmeliyiz. Türkiye taraftır ve AY ilgili hukuku gereği iç hukukumuz haline
gelmiştir. İlk olarak bu fikir 1920’li yıllarda ortaya atılmıştır. Ernst
Haben’e bu görev verilmiştir. İlk olarak Lahey’i 9 ülke kabul etmiştir. İkinci
deneme ise 1980’de Viyana’da imzalanmıştır. Taşınır mal satımına ilişkin BM
Viyana sözleşmesidir. Kısaca biz bunu artık CISG veya viyana sözleşmesi olarak
zikredeceğiz. Bu dediğimiz gibi Türk hukuku açısından bir pozitif hukuk
kuralıdır. Bu artık bağlayıcı niteliktedir. Bizim yargıçlarımızın nasıl uygulayacağı
konusunda son derece büyük kuşkumuz duyulan ve karışık olan bir metindir.
Kimi
metinler de vardır ki, hukukun birleştirilmesi çabasında ortaya çıkan bazı
metinler, viyana sözleşmesinde olduğu gibi bağlayıcı nitelikte değildir. Bunlar
bir çabanın sonucu ortaya çıkan metinlerdir. Soft law olarak adlandırılan
metinlerdir. Taraflar sadece hukuk seçimi yapmışsa sözleşmeye uygulanan
metinlerdir. Bunlardan biri; milletler arası ticari sözleşmelerin temel
prensipleri. Kısaltması PICC şeklindedir. Merkezi Roma'da olan UNIDROAL
tarafından yazılmıştır. Bağlayıcı değildir ama taraflar hukuk seçimi olarak
bunu yapmışsa ancak o takdirde uygulama alanı bulunacaktır. Burada da borcun
ifa edilmemesine ilişkin olarak kısmen bize benzer kısmen farklı düzenlemeler
vardır.
Bir
diğer metin ise; bir üst başlık olarak söyleyelim. Bunlar tüm dünya ölçeğinde
gerçekleştirilmeye çalışan yeknesaklaştırma çabalarıdır. Aynı amaç AB’de de
ortaya atılmıştır. AB’de de sözleşme hukukunun birleştirilmesi çabaları vardır
ve bazı metinler ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilki; Avrupa sözleşme hukukunun temel
prensipleri PECL’dir.
AB
sözleşme hukukunun temel prensipleri, metni hazırlayan komisyonun başkanının
adıyla da anılır. Danimarkalı Prof. Landlor ile de anılıyor.
Bir başka metin ise şudur; bu kez merkezi İtalya’nın
Parya şehrinde bulunan Avrupa özel hukukçular akademisinin hazırladığı Avrupa
sözleşme kanunu ön tasarısıdır. Orijinali İtalyancadır. Bu metin de, yine hazırlayanın
komisyonun başkanı adıyla anılıyor. Gandolfi Code olarak da anılıyor. Burada da
bizi ilgilendiren düzenlemeler var. Şimdi söyleyelim, bu metne yöneltilen en
büyük eleştiri İtalyan Medeni kanunun etkisinde kalmasıdır. Oysa diğer metinler
Anglo sakson hukuku ile kara Avrupası arasında bir orta yol bulma çabasındadır.
Son
yılların en ilginç metni ise; Draft Common Frame of Reference denilen ortak
referans çerçevesi taslağıdır. 2008’de yayınlandı. Yoğun şekilde tartışılan bir
metindir. İlk olarak ne olduğu tartışmalı olan bir metindir. AB komisyonu
2003’te bir ortak Avrupa sözleşme kanunu hazırlama getirdikten sonra biz önce
hangi kavramlar arasında hareket ediyoruz diye ortak mirası bulma çalışması
başlatılmıştır. Ortaya öyle bir metin çıkmıştır ki bir referans çerçevesi
oluşturmaktan ziyada tıpkı bir modern kanun gibi düzenlemeler vardır. Kimileri
modern kanundur derken, diğerleri sadece kavram ve kurumları tanımlayıp
çerçevesini çizen bir metindir denilmektedir. Bizim ele aldığımız konulara
ilişkin olarak garip bir maddelendirme sistemi vardır.
Son
metin ve üzerinde durulacağını hiç zannetmiyorum. 2011’de yayınlanan Avrupa
satım hukukunun birleştirilmesine ilişkin bir metindir. Yeni literatürde
heyecan meydana getiren metinlerden biridir. AB hukukunda da hukukun
birleştirilmesi çabaları çerçevesinde çalışmalar vardır. Ama bunlar bağlayıcı
değildir. Belki bunlardan biri AB borçlar kanunu olacaktır. OBT-in yani hukuk
seçimi yapılmışsa uygulama alanı bulunur.
Bunlar
üzerinde çok dağılmadan bizim konumuza ilişkin düzenlemelere kısaca bakacağız.
UNIDROA’nın
şöyle bir ifadesi var. Ben milletler arası bir ticari teamülüm diyor. Başka bir
yere gitmenize gerek yok beni okuyun diyordu. Onun dışında kimseyi bağlayıcı
değildir diyor. Siz sözleşme yaptığınızda sözleşme ihtilaf halinde UNIDRO
ilkeleri uygulanacaktır derseniz uygulanır.
Yeknesaklaştırma
çalışmaları bazı alanlarda resmi olmayan kurullar eliyle de
gerçekleştirmektedir. Mesela INCO-TERM’den bahsediyoruz. Bu da milletler arası
ticaret odası tarafından yayınlanan bir metindir. Zannediyorum; International
Commercial Term’sin kısaltılmasıdır. Burada ağırlıklı olarak borçlar özelden
hatırlarsınız. Milletler arası ticari sözleşmelerde kullanılan bazı kısaltmalar
vardır. Burada temel problem hasar ve masraf hangi an ve nerden itibaren kime
ait olacaktır o düzenleniyor.
Bir
başka metin milletler arası mühendisler odasının çıkardığı FIDDIC kurallarıdır.
Fransızca kısaltma adıdır. Bunun değişik kitapları vardır renge göre ayrılan.
Ve inşaat sözleşmelerinde bu metinlere atıf yapılır veya kurallar olduğu gibi sözleşmeye
monte edilir veya ek olarak sözleşmeye ilave edilir. Son derece sıkıcı uzun uzun
maddelerdir. Özellikle inşaat işlerinde son derece önemli bir metindir.
Yine
bazı spesifik alanlarda ticaret odasının yeknesaklaştırma çabaları vardır.
Mesela banka teminatlarına ilişkin vardır.
Bunların
her birini bir yıl boyunca ele alsak ayrıntılarından çıkamayacağız. Sadece
ilginç noktalarda değineceğiz. Bunu yaparken imkânsızlıkla başlayacağız.
BK’daki sistematiğe uygun olarak önce imkânsızlık sonra gereği gibi ifa edilememesi
sonra temerrüttür. İmkânsızlık çok uzun sürecek çünkü aşina olduğumuz bazı
kurallardan farklı şeyleri inceleyeceğiz.
Gelecek
hafta İmkânsızlıktan bahsedeceğiz.
19 Ekim 2012 - İmkânsızlık
İmkânsızlıkta
kalmıştık. Ona bakacağız.
İmkânsızlıkla
ilgili ilk olarak; TBK’da hatta Alman MK’da imkânsızlık kavramının giriş
öyküsüne kısaca bir bakacağız. Burada geçtiğimiz derste de söylediğimiz gibi,
Friedrich Momsenn’den bahsedeceğiz. Bu adam imkânsızlık kavramına ilişkin
düzenlemelerin kanuna girmesine yol açan adamdır.
Bu
adam aslında 1848’de Almanya’da hâkim olarak çalışıyor. Danimarka işgali
sırasında işgalcilere karşı ayaklananlar arasında. 2–3 sene sonra ayaklanma
bastırılınca sınır dışı ediliyor. Götüngen Üniversitesi'ne gidiyor. İmkânsızlık,
zarar ve temerrüt başlığını taşıyan 3 kitap yazıyor. Bildiğimiz her şey bu
çalışmalara dayanmaktadır. Şu cümlesi ilginçtir; ülkemin kısa zaman içinde
başına gelenler beni başka işler aramaya sevk etti. Eğer işgal olmasa bu
çalışmalar olmayacaktır. Bizim imkânsızlıkla ilgili bildiğimiz her şey 1850’li
yıllarda yazdığı kitapta yazıyor. Kitabın ilk sayfasına baktığımızda, kitabın
başında özet olarak yer aldığı görünür. Normalde sona konulur ama o başa
koymuştur. Başlangıçtaki imkânsızlığın sözleşmenin butlanına yol açacağı,
sonraki imkânsızlıkta ise borçlu kusurlu ise sorumlu olacağı eğer yoksa EBK
117’deki gibi borçtan kurtulacağını kabul etmiştir. Culpa in Contrendo,
Yering’in buluşu olarak düşünülüyor ama o aslında sadece Roma hukuku
temelindeki şeyleri kavramlaştırmıştır. Momsenn’de imkânsızlığı bulmamıştır tabiî
ki ama ileri sürmüştür.
Momsenn
Winscheide’ı etkilemiştir. Oradan da İsviçre oradan Türkiye’ye geçmiştir. İmkânsızlık
kavramı; Mustafa Dural’ın tanımına göre ifa edilemeyen veya ifa edilemez hâle
gelen edim imkânsızdır. Kavramın biraz daha uzun cümle ile ifadesidir. Tanım
denilemeyebilir.
İmkânsızlığın
türlerini incelerken ele alacağız. İmkânsızlık değişik açılardan değişik
ayrımlara tabi tutulmaktadır. İlk ayrım; imkânsızlığın meydana geldiği ana göre
yapılan ayrımdır.
Momsenn’in
görüşünü özetlerken söyledik. Başlangıçtaki imkânsızlık ve sonraki imkânsızlık
olarak ikiye ayrılmaktadır. Veya daha uzun olarak sözleşmenin kurulmasından
önceki imkânsızlık ve kurulmasından sonraki imkânsızlık olarak ikiye ayrılık.
Momsenn’in kavramı kavramlaştırdığını ifa etmiştik. Bu ayrımın kökeni ta roma
hukukuna kadar gider. Başlangıçtaki imkânsızlıkta bizim BK’ya göre sözleşme
batıldır. O halde bizim BK’ya göre edimin mümkün olması adeta bir geçerlilik şartıdır.
Kural ta Digesta'da yer alan ve Celcus’a kadar geriye gider. İmposilio… est …
kuralına dayanır. 19–20 maddelerinde imkânsızlıkta sözleşmenin batıl olduğu
hükme bağlanmıştır. Bütün büyük kanunların yeşerdiği 19. Yüzyılda olmuştur. Bir
adama göre(Savigny), imkânsızlığa rağmen sözleşme geçerli olarak kurulur fakat
borçlunun tazminat yükümlülüğü doğar. Tazminat yükümlülüğü sadece alacaklının
bu imkânsızlığı bilerek yaptığı durumlarda ortadan kalkar. (Ele alınan
örneklerde genelde satımı kullandığı için alıcı diyebiliriz) Gerekçesi satım
sözleşmesinin iki taraflı güvene dayanan bir işlem olmasındandır. Eğer böyleyse
bu sözleşme gereği borcunu ifa edemeyen kişi karşı tarafa tazminat ödemekle
yükümlü olacaktır. Ama bu görüş sıyrılamamıştır, hâkim görüş olamamıştır.
H3akim olan görüş Momsenn’in görüşüdür. YBK 29 olması lazımdır. İmkânsızlık
durumunda sözleşme geçersizdir.
Fakat
bizim BK’da imkânsızlığa rağmen sözleşmenin geçerli olduğu bir durum vardır:
Alacağın temlikinde. BK 169’da var. Orada diyor ki eski alacaklı yeni
alacaklıya karşı temlikin ivazlı olduğu durumlarda, devir anında alacağın
mevcudiyetinden sorumludur. Borçlunun ifa gücünden sadece ayrıca taahhüt
etmişse sorumludur. Ne diyor yani? à İvazlı
temliklerde, eski alacaklı yeni alacaklıya karşı temlik anında alacağın
mevcudiyetinden sorumludur. Bu ne demek? à Alacak mevcut
olmadığı takdire eski alacaklı yeni alacaklı olduğunda sorumlu olacaktır. Ama
burada alacak mevcut olmamasına rağmen temlik işlemi geçerli sayılmıştır.
Geçerli sayılmıştır ki eski alacaklı yeni alacaklıya karşı sorumlu tutulmuştur.
Alacak mevcut olmasa bile genel kuralın aksine sözleşme geçerli sayılmaktadır.
Sonraki
imkânsızlıkta ise, borçlu imkânsızlıktan sorumlu ise 96’ya göre tazminatla
yükümlü olacaktır. Eğer imkânsızlık kusursuz ise 117. Madde uyarınca borcu
borcundan kurtulacaktır. Calsus asurla roatnensus (buna benzer bir şeyler
işte). Yani kazadan dolayı sorumluluk yoktur. Kaza sonucu hayvanların ölümü
veya zarar görmesi kölelerin kaçması, yağma su baskınının ve yangının sonuçlarından
dolayı sorumluluk yoktur. Kaza ve imkânsızlık halleri genelde bunlarsa bu tür
sonuçlarda sorumluluk olmadığı hükme bağlanmıştır. Bu esas bizim BK’nın
117’sinde düzenlenmiştir.
TBK’nın
borcun ifa edilmemesine ilişkin hükümlerin eleştirisini yaparken bu ayrımı
eleştirmiştik. Daha ayrıntılı açıklamayı burada açıklayacağımızı söylemiştik.
Bugün yeni metinlere baktığımızda başlangıçtaki ve sonraki imkânsızlık
kavramının terk edildiğini görüyoruz. Artık sözleşme konusu edimin sözleşmenin kurulduğu
anda mevcut olması bir geçerlilik şartı olarak değerlendirilmemektedir, bir ifa
sorunu olarak değerlendirilmektedir. Kusuru varsa tazminat öder yoksa borcundan
kurtulmuş olacaktır. Bu ayrım nerelerde terkedilmiştir? à
Metinlere bakacak olursak. Viyana Satım sözleşmesinden başlayalım; viyana satım
sözleşmesine baktığımızda başlangıçtaki imkânsızlığa ilişkin herhangi bir
düzenleme yoktur. Esasen Viyana sözleşmesi bu işi milli hukuklara
bırakmaktadır. Fakat madde 79’da düzenlenen yani borçlunun sorumlu olmadığı bir
engel sebebiyle borcun ifa edilmemesi sonucu borcu sorumlu olmayacaktır. Bu
maddeden hareketle viyana satım sözleşmesinde de aslında başlangıçtaki imkânsızlığın
bir geçerlilik sebebi olarak görülmediği sonucuna ulaşmaktadırlar. Eski
kanunlardaki ifade gücü yoktur yeni kanunlarda. Aslında açık olmasa bile örtülü
olarak bu ayrımı terk eden bir düzenleme olduğu görülmektedir.
Diğer
metinler ise başlangıçtaki ve sonraki imkânsızlık ayrımını terk etmiştir.
UNİDROIT ilkelerinde 3.3 maddesinde imkânsızlığa rağmen sözleşmenin kurulduğu
anda imkânsız olmasına rağmen sözleşmenin kurulacağı söylenmiştir. Dolayısıyla
borçlunun bir garanti yükümü söz konusudur. Bu metinin 7.1.7 hükmüne
baktığımızda ise borçlunun sorumluluktan kurtulması meselesi düzenlenmiştir. Bu
sadece sonraki imkânsızlık bakımından ön görülmüştür. Başlangıçtaki imkânsızlık
bakımından sözleşme geçerli, ama borçlunun bir garanti yükümlülüğü vardır.
Burada çok ilginç bir başka düzenleme ise şudur; 3.18. hükmüne baktığımızda
belirli şartlar altında sözleşmenin hata sebebiyle iptali mümkündür. Daha
doğrusu hatanın şartları varsa iptali mümkündür. Borçlunun ağır kusurunun
bulunduğu durumlarda tanınmamıştır. Sadece hafif ihmal durumlarında sözleşmeyi
iptal etme söz konusu olur. Ama karşı tarafın bu yüzden uğrayacağı zararları
tazminle yükümlü olacaktır. Demek ki hafif ihmal durumunda imkânsız bir edim
taahhüt etmiş olan borçlu güvenin boşa çıkması sebebiyle tazmine yükümlü
olacaktır. Bu şu açıdan ilginçtir, imkânsızlık borç doğurmaz kuralını hata ile
izah eden yazarlar vardır. İmkânsızlık niye borç doğurmaz, eğer imkânsızlığa
rağmen sözleşme yapılmışsa bu her iki tarafın hataya düşmesi ile olur. Eğer
böyleyse imkânsızlık borç doğurmaz ve sözleşme geçerli olur. İşte bu mantığın
biraz daha ileri götürüldüğünü görüyoruz. Eğer hataya düşmüşlerse ve hafif
ihmal söz konusu ise bu sözleşmeyi hata sebebiyle iptal etmek mümkündür.
Sonraki imkânsızlık, hardship yani sözleşmenin değişen şartlara uyarlanması
olarak nitelediğimiz durum 2.6.1’de düzenlenmiştir. Özet olarak UNIDROIT
ilkelerde terkedildiğini görüyoruz.
Aynı
şey PECL’de de böyledir. Bu metinin 4.102 hükmüne göre başlangıçtaki imkânsızlık
sözleşmenin kurulmasına engel teşkil etmez. Açıkça söylemiştir başlangıçtaki imkânsızlığa
rağmen sözleşme geçerli olarak kurulacaktır. Sözleşmenin değişen koşullara
uyarlanması (hardship) 6.111’de düzenlenmiştir. Sonraki kusursuz imkânsızlık
başlığı altındaki hüküm ise 8.108’de düzenlenmiştir.
Aynı
mantığa dayanan bir başka metin ise, DCFR’de (ortak referans çerçevesi taslağı)
madde II-7:102 à Baştaki Romen rakamı kitabın numarası
gerisi madde numarasıdır. Borç konusu edimin başlangıçta imkânsız olması veya
borçlunun tasarruf yetkisi bulunmamasına rağmen sözleşmenin geçerli olarak
kurulacağı düzenlenmiştir. Tasarruf yetkisi meselesini bir tarafa bırakırsak,
burada imkânsızlığa rağmen sözleşmenin geçerli olarak kurulacağı açıkça
düzenlenmiştir. Hardship ise III – 1:110’da düzenlenmiştir. İmperium (sonradan
ortaya çıkan imkânsızlık meselesi) meselesi ise III-3:104’de düzenlenmiştir.
2002
reformuyla ile birlikte BGB’de de başlangıçtaki imkânsızlık meselesi sözleşmeyi
geçersiz olması hükmünde ayrılınmıştır.
Fakat
bu çizgiyi takip etmeyen bir kanun örneği var. GANDOLFY tasarısı var. Orada
tıpkı Türk-İsviçre BK’da olduğu gibi başlangıçtaki ve sonraki imkânsızlık
ayrımı yapılmıştır. Açıkça bir geçersizlik sebebi olarak görülmüştür. Daha
doğrusu sözleşmenin geçerli olması için borcun imkânlı olması gerekmektedir.
Ayrıca bu imkânsızlığın objektif imkânsızlık olması gerektiği düzenlenmiştir.
140. Maddesinde butlan durumu düzenlenmiştir. Bizim kanuna benzeyen düzenleme
sadece bu metinde yer almaktadır. Bunda da İtalyan medeni kanunun yoğun
etkisinde kalan bir metin olduğu için eleştirilmiştir.
Şimdi
ikinci ayrım ise; bu imkânsızlıktan etkilenen şahısların sayısına göre yapılan ayrımdır.
BU açıdan bir ayrıma tabi tutulduğunda imkânsızlık objektif ve sübjektif olarak
ikiye ayrılmaktadır. Objektif imkânsızlığı kısaca hatırlayalım; eğer ne borçlu
ne de başka bir üçüncü şahıs borcu ifa etme durumunda değilse objektif imkânsızlık
söz konusudur. Yani borcun borçlu dışındaki diğer 3. Şahıslarca da ifası mümkün
değilse objektif imkânsızlık olmaktadır. Parça borcunun yok olması durumunda
objektif imkânsızlık vardır. Veya bir arazinin doğa olayı sebebiyle
kullanılamaz hale gelmesinde yine objektif imkânsızlık söz konusudur. Burada imkânsızlığı
borçlunun yerine getireceği edimin alacaklı için faydasız hale gelmesi ile
karıştırmamak gerekir. Borçlunun ifa edeceği edim alacaklı için faydasız hale
gelse bile burada imkânsızlık yoktur. Başka bir konudur. İmkânsızlık borçluyu
esas alır. Borçlu borcunu ifa edebilir mi edemez mi? Diye bakar. Yoksa alacaklı
için faydasız hale gelmesi tamamen başka bir meseledir. Bununla ilişkili olarak
İsviçre federal Mahkemesi’nin kararlarına bakmak gerekiyor. Her somut olaya
göre değerlendirilmesi gerektiği söylenmiştir. Bir fabrikanın ihtiyacına
ilişkin elektrik temininde fabrikanın yanması durumunda, burada borçlunun
borcunu ifasının imkânsızlaşması değil alacaklı için işe yaramayacaktır.
Fabrika yoksa elektrik temini yükümü de ortadan kalkacaktır. Yine başka bir
kararda, bir hekim muayene olarak bir yer kiralıyor. Sonradan çıkan yasa sebebiyle
artık diş hekimi olması mümkün değil, dolayısıyla imkânsızlığa benzer sonuçlara
varılıyor.
Az
önce tekrarladığımız esasa gelecek olursak, edimin yararlı ve elverişli şekilde
kullanılması alacaklıya aittir.
A
ile B arasında bir sözleşme yapıldı bir de bu ifayı garanti altına alan bir
sözleşme yapıldı. Bu durumda da garanti sözleşmesi de batıldır denilebilir mi? à
hayır. Garanti edenin taahhüt ettiği şey belli bir sonucun gerçekleşmesi değil,
sonucun gerçekleşmemesi durumunda (örneğin imkânsızlaşmışa durumunda) tazminat
ödenmesidir. İmkânsızlık durumunda da garanti verenin sorumluluğunun devam
ettiğini görürsünüz. Dolayısıyla borçlunun ediminin imkânsızlaşması garanti
edenin yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz.
Hocam
garanti sözleşmesinin unsurlarına bakılacağı garanti edildi? à
Malın ayıpsız olmasındaki garanti ile buradaki garantidir. Bizim garantiden
bahsimiz iki yıllık garanti ile koruma altına alınan garanti sözleşmesi
değildir.
Şahsa
sıkı sıkıya bağlı edimlerde; ifanın borçlunun hayatını ve sağlığını tehlikeye
soktuğu durumlarda da objektif imkânsızlığın varlığı kabul edilir. Hatta alman
medeni kanunda ifanın borçludan psikolojik sebeplerle kabul edilememesi durumu
da imkânsızlık kabul edilmektedir. Etik imkânsızlık başlığı altında hükme
bağlanmıştır. Mesela adamın çocuğu ölmüş sonraki gün ifa edilmesi beklenemez
deniyor.
Bir
parça da sübjektif imkânsızlık üzerinde duralım. Borç konusu edimin borçlu
tarafından ifa edilememesi söz konusudur. Borçlu dışındaki en azından bir
kişinin bu borcu ifa etme şansının olması gerekmektedir. Borç en başında ifa edilemiyorsa
sübjektif imkânsızlık olmaktadır. Bunun imkânsızlık olduğu ayrı bir
tartışmadır. Ona sonra gelelim. İş görme ve hizmet edimlerinde borçlunun
kişisel edimleri önem taşıdığı için iş görme ve hizmet edimlerinde imkânsızlık
genelde objektif imkânsızlıktır. O halde sübjektif imkânsızlık genellikle maddi
edimler bakımından söz konusudur. Hangi durumlar olabilir? à
Teslim edilecek bir malın çalınması ve sonradan bulunamaması. Alman hukukunda
bu durumda sübjektif imkânsızlık kabul edilirken İsviçre’de biraz
tartışmalıdır. Kimine göre objektif imkânsızlık söz konusu iken sübjektif imkânsızlık
olur diyenler var. Ama alman hukukunda sübjektif imkânsızlık olduğunu söyleriz.
Borçlunun alacaklıya devretmesi gereken malı başka bir şahsa devretmesi ve bu
3. Şahsın kendisine devredilen malı alacaklıya devrine hiçbir şekilde
yanaşmaması. (iade etmeye yanaşmaması) burada borcu ifa edemez ama malı elinde
bulunduran 3. Kişi ifa edebilir dolayısıyla sübjektif imkânsızlık olur.
Sübjektif imkânsızlık idari bir tasarruftan da kaynaklanabilir. Bir malın
kamulaştırılması veya müsadere altına alınması durumunda da sübjektif imkânsızlık
söz konusu olabilir.
Şimdi
borçlunun ifa güçlüğü içine girmesi tek başına imkânsızlığa yol açmaz. İşçi ve
malzeme fiyatlarının arttırması imkânsızlık oluşturmaz. Kredi bulunamaması şu
bu imkânsızlık teşkil etmez. Aksi yönde bazı yazarların varlığına rağmen bu
durumda sözleşmenin değişen koşullara uyarlanması uygulanır.
Şimdi
imkânsızlık dendiğinde objektif mi sübjektif mi anlaşılacak bunun tartışmalı
olduğunu söyledim. Türk İsviçre hukukunda bir görüşe göre imkânsızlıktan kasta
göre sadece objektif imkânsızlık anlaşılmalıdır deniyor. Sübjektif imkânsızlık
bir imkânsızlık değildir diyor. Gaoh özellikle şunları söylüyor. Eğer bir edim
borçlu tarafından ifa edilemiyor, fakat 3. Şahıs tarafından ifa ediliyorsa bu
genellikle borçlunun yeterli finansal imkâna sahip olmamasında kaynaklanır.
Yani ben yapamıyorum bir başkası yapabiliyor o halde param yok. Para
borçlarında imkânsızlık olmaz o halde imkânsızlık olmaz diyoruz. Bu görüşün çok
da doğru olmadığını düşünüyoruz. İkinci
sebep olarak; pratik sebep olarak, sübjektif imkânsızlığı da imkânsızlık saymadığımızda
borçlu temerrüdüne ilişkin hükümler tanınmıştır. Orada bir haklar yelpazesi
tanınmıştır. Oysa imkânsızlığa ilişkin hükümlerde tanınan tek hak tazminat
talebi hakkıdır. Dolayısıyla sübjektif imkânsızlığı buradan çıkarınca alacaklının
durumunun iyileştirildiği olabilecektir. Şimdi hangi görüş kabul edilirse
edilsin, çelişki gibi gözükse de, (ister sadece objektifi anlayın ister ikisini
anlayın) üzerinde anlaşılan nokta şudur; BK’daki uygulanacak hüküm sadece
objektif imkânsızlığa uygulanacaktır. Yani sözleşmeyi batıl kılan imkânsızlık
sadece objektif imkânsızlık halidir. Yani bu noktada iki görüş arasında bir
fark bulunmamaktadır.
Sonraki
imkânsızlık bakımından bu görüşün farklı yanlarını görüyoruz. Bu ayrım sadece
sonraki imkânsızlıkta ortaya çıkar. Eğer sübjektif imkânsızlığı imkânsızlık
saymazsanız borçlu temerrüt hükümleri uygulanacaktır. O zaman sübjektif
imkânsızlık durumunda borçlar kanunun 96 veya 117. Maddeleri devreye
girecektir.
Son
olarak, önceden değindiğimiz gibi, imkânsızlığa ilişkin hükümlerde alacaklıya
sözleşmeden dönme hakkı tanınmamıştır. Kanun koyucunun bilinçli bir
suskunluğundan bahsedilir. Başka yazarlar ise (hâkim görüş ise) borcu
temerrüdüne ilişkin hükümlerine kıyasen alacaklıya bir sözleşmeden dönme hakkının
savunabileceği görüşündedir.
02 Kasım 2012 – İmkânsızlığın Sebebine Göre Yapılan Ayrım
İmkânsızlığın
sebebine göre yapılan ayrıma bakalım. İmkânsızlık neden kaynaklandığına göre
bir ayrıma tabi tutulduğunda fiili ve hukuki imkânsızlık olmak üzere ikiye
ayrılmaktadır. Bunun bir de ekonomik imkânsızlık şeklinde bir ayağı var. Ama bu
genellikle sözleşmenin değişen koşullara uyarlanması başlığı altında olduğu
için ikiye ayırıyoruz. Yani fiili sebeplerden ve hukuki imkânsızlık oluyor.
Fiili
imkânsızlıkta nedensellik kanunlarına göre bir imkânsızlık vardır. Bu kanunlara
göre edimin yerine getirilmesi mümkün değildir. Parça borcunu oluşturan bir
şeyin tahrip olması. Burada fiili bir imkânsızlık söz konusudur. Artık
nedensellik kanunları gereği o edimin yerine getirilmesi mümkün değildir.
Matematik fizik kimya kuralları gereği edimin yerine getirilmesi mümkün değilse
fiili imkânsızlıktan bahsediyoruz. Bir de şu var borçlunun ölmesi de (borçlunun
kişisel özelliklerinin önemli olduğu ilişkilerde de) imkânsızlık vardır.
İkinci
olarak imkânsızlığın sebebi hukuki olabilir. İfa edilmesine bir hukuk kuralı
engel teşkil edebilir. Yani edimin ifa edilmesi mümkün değildir. Örnek; edimin
müsadere edilmesi (el konulması kamu makamları tarafından) veya ihraç ve ithal
yasakları. Burada sözleşme konusu edimin ifa edilmesine engel olan şey bir
hukuk kuralıdır.
Bütün
imkânsızlık türleri gibi hukuki imkânsızlıkta sözleşmenin kurulmasından önce
veya sonra olabilir. Bunu niye söyledik? à Bunun bir anlamı var. Bu da başlangıçtaki
hukuki imkânsızlığın başka bir kavramla ilişkisine vurgu yapmak içindir.
Başlangıçtaki imkânsızlık aynı zamanda emredici hukuk kurallarına da aykırılık
teşkil eder çoğu zaman. BK 19-20’den biliyoruz. Doktrindeki kimi yazarlar
başlangıçtaki hukuki imkânsızlığın genellikle emredici hukuk kurallarına aykırılık
teşkil edeceğini savunurlar. Bu tartışma aslında teorik bir tartışma, yani
sonuçta ikisi de imkânsızlık denilebilir. Sonuç pratikte aynıdır, her iki
durumda da sözleşme batıl sayılacaktır. Bu tartışma başlangıçtaki imkânsızlığın
bir geçerlilik sebebi olarak görmeyen hukuk düzenleri açısından önem taşır.
Almanya’da böyle dedik vs. O tartışma pratikte de anlam ifade eder. Ama bizim
BK açısından pratik sonuçları itibariyle bir yararı görülmeyebilir.
Asıl
hukuki imkânsızlık sözleşmenin kurulmasından sonra ortaya çıktığı durumlarda
önem arz eder. Çünkü sözleşmenin ortaya çıkmasından önce olursa emredici hukuk
kurallarına aykırı olur zaten ama sonra çıkınca, sonradan yasaklanabilir.
Örneğin gazino açtınız, tam vade yaklaştığında kumar yasaktır dendi, burada
hukuki imkânsızlık bağımsız bir kavram olarak önem taşıyacaktır.
Bir
diğer ayrım ise, borçlunun bu imkânsızlıktan sorumlu tutulup tutulamayacağına
göre yapılan bir ayrımdır. Bunu kısaltarak kusurlu kusursuz şeklinde ifade
ederiz. Kusurlu imkânsızlık, kusursuz imkânsızlık deriz. Doğru ifade aslında bu
değildir. Aslında borçlunun sorumlu olduğu ve olmadığım imkânsızlık
ifadeleridir. Neden? à Bizzat borçlunun kusuru olmayabilir ama
teknik açıdan ona sorumluluk verilebilir. Mesela borçlu ifa yardımcılarından da
sorumludur. Normalde hiçbir kusuru yok borçlunun ama ifa yardımcılarından sanki
kendisini yapmış gibi sorumlu tutulacaktır. Ama biz cümle içinde bu farkın
farkında olmak kaydıyla bu ifadeyi kullanabiliriz.
Bugün
asıl ayrım; imkânsızlığın süresine göre yapılan ayrımdır. Bunun üstünde
ayrıntılı konuşacağız. Biraz alman hukukuna gideceğiz. Bu açıdan yapılan bir
ayrımda; kesin imkânsızlık ve geçici imkânsızlık olmak üzere ikiye
ayrılmaktadır. Kavramlar aslında neyi kastedildiğini göstermeye yeterli ama
teknik meseleler var onda bahsediyoruz. İfa ileride de mümkün değilse kesin imkânsızlık
söz konusudur. Bu şart değildir ama genellikle tabiat olaylarından kaynaklanan imkânsızlık
bakımından rastlanan bir durumdur. Hukuki imkânsızlık söz konusu ise bu imkânsızlığı
her zaman kesin imkânsızlık olarak değerlendirilmesi biraz zorunlu bir
durumdur. İmkânsızlığa yola açan bir hukuk kuralıdır ama bunun zaman içinde
değiştirilmesi ihtimali mevcuttur. Bu yüzden geçici imkânsızlıklar genellikle
hukuki imkânsızlıkta olur. Fakat burada imkânsızlığın kesin mi yoksa geçicimi
olduğunu tespit biraz sorunludur. İmkânsızlığın kesin mi yoksa geçici mi odluğu
ex-anfe yani başlangıçta yapılması gereken (ex-post sonradan geriye bakılarak
yapılacak değildir) yapılacak bir tespittir. Yani sözleşmenin kurulduğu anda imkânsızlık
kesin mi yoksa sürekli bir imkânsızlık mıdır diye bakılması gerekir. Yoksa
sonradan yapılan değerlendirme ile geçici veya kesin imkânsızlık var mı denmesi
doğru değildir. Geçici imkânsızlık ifadesinin tam maksadı ifade etmediği dile
getirilmektedir (terminoloji açısından) çünkü bu imkânsızlığın mutlaka ileride
kalkacağı ifadesi uyandırılır. Ama an itibariyle imkânsızlık ifadesini kullanan
yazarlar bulunmaktadır ki bunlardan bir tanesi Kanaris’tir. Birkaç örnekle
geçici imkânsızlık kavramına yakından bakalım. Geçici imkânsızlıkta ortaya
çıkan iki ilginç problemi inceleyelim. Türk İsviçre de tartışılmayan ama alman
hukukunda tartışılan bir kondur. BM ambargosu sebebiyle satıcının mal
gönderememesi; bu geçici bir imkânsızlıktır çünkü bu ambargonun ve imkânsızlığın
ortadan kalkma ihtimali vardır. Veya tabiat olaylarından kaynaklanan
imkânsızlık kesin imkânsızlıktır. Bazen tabiat olaylarından kaynaklanan imkânsızlık
da geçici olabilir. Mesela deprem gibi durumlarda belirli bir süre ifanın
gerçekleşmemesi söz konusu olabilir. Mesela deprem sebebiyle yollar bozuldu
malı oraya götüremiyor veya inşaat yapamıyorsunuz. Burada geçici imkânsızlık
vardır. Veya borcunun teslim edeceği depoda yangın ortaya çıkması. Daha güncel
bir örnek olarak; futbolcunun 3–5 ay sakatlanması ve borcunu ifa edememesi. Burada
da geçici imkânsızlık vardır. Ama mesela futbol hayatı sona erdi denilirse bu
kesin imkânsızlıktır.
BK’nın
imkânsızlığa ilişkin hükümleri kesin imkânsızlık bakımından uygulanır. Yani
117, 20, 96 uygulama bulacaktır. Türk İsviçre hukukunda BK anlamındaki imkânsızlık
bir kesin imkânsızlıktır. Geçici imkânsızlık, imkânsızlık teşkil etmez temerrüt
hükümleri uygulanır denilerek iki cümle ile geçiştirilir. Fakat alman hukukunda
iki nokta var; acaba geçici imkânsızlık durumunda borcu edim yükümlülüğünden
kurtulabilecek midir? (geçici imkânsızlığın ifa veya edim yükümlülüğüne etkisi)
imkânsızlık kesin olmadığı için borçlunun ifa yükümlülüğünden kesin olarak
kurtulması kabul edilemez. Ama borçlunun edim yükümlülüğünü hiçbir şey olmamış
gibi yani geçici de olsa yani hiç bir şey olmamış gibi devamı da kabul
edilemez. Peki, ne yapmak gerekir? à Biri maddi
hukuka diğeri yargılama hukukuna dayanan iki çözüm önerisi ortaya atılıyor.
Maddi hukuka dayanan çözüm önerisine göre; geçici imkânsızlık devam ettiği
sürece borçlunun edim yükümlülüğü (aynen ifa yükümlülüğü) askıya alınır.
Yargılama hukukuna dayanan çözüme göre ise geçici imkânsızlığa rağmen borçlu
aynen ifaya mahkûm edilir. Fakat imkânsızlık devam ettiği sürece bu kararın
icra edilmesi imkânı yoktur. Hukuki olmayan ifade ile size ne kardeşim borçlu
mahkeme tarafından aynen ifaya mahkûm edilsin ama icra edilemesin deniliyor.
Kimi yazarlar ki biri HUBER, borçlunun imkânsızlıktan sorumlu tutulamadığı
durumlarda maddi hukuk çözümünün, borçlunun bu imkânsızlıktan sorumlu olduğu
durumlarda yargılama hukuku çözümünün kabul edilmesi gerektiğini ileri sürer.
Her iki çözümünü kabul edilen yazarlar olduğu gibi HUBER gibi ikisini farklı
yerlere uygulama yolunu açıyor. Fakat yargılama hukuku çözümüne getirilen
eleştiriler daha yüksek sesledir. Temel eleştiri şudur; yargılama hukukuna
ilişkin çözüm kabul edilecek olursa icra memuru bu kararı, bu ilamı icraya
gittiğinde ve imkânsızlık sebebiyle bunu yapamayacağını gördüğünde pes
etmeyecektir. O denemese bile alacaklı hep hadi bakalım şimdi mümkündür
diyecektir. Bu iki açıdan sakıncalıdır. Edimin mümkün olup olmadığına bu konuda
çok da uzman olmayan icra memuru karar verecektir. Ayrıca bu memura önemli bir
yük teşkil edecektir. Ayrıca borçlunun kapısına sürekli icra memuru geleceği
için borçlunun ticari itibarına zarar verecektir. Bu süre boyunca alacaklının
aynen ifa talebinde bulunamaması gerekir bu yüzden yani mahkemece reddedilmesi
gerekir. Bazen de borcun ifa edilmemesinin sebebi önceden bir izin alınması
koşulunun ön görülmesi ve iznin alınmamasından kaynaklanmalıdır. Bir yerde
inşaata başlayacaksın, inşaat ruhsatı veya ihracatta lisans almanız gerekiyor. Bunu
almadığınız takdirde borçlunun borcunu ifa etmesi mümkün olmayacaktır. Bu tür
durumlarda borçlu söz konusu bu iznin alınması veya lisansın alınması kaydıyla
aynen ifaya mahkûm edilebilir deniliyor. Alman federal mahkemesi kararlarına
göre. Şimdi burada izni kim alacak o problem teşkil ediyor. Bu genellikle izinin
alacaklı tarafından alınması gereken durumlarda hiç kuşkusuz geçerlidir bu
kural. Eğer borçlunun alması gerekiyorsa mahkeme borçlunun izni almasına da
karar verilecektir. Geçici imkânsızlık bakımında ortaya çıkan birinci problem
budur.
İkinci
mesele biraz daha karışık bir meseldir. Karşı taraf kendi edimini yerine
getirmiş ise ne olacaktır? à Yani alacaklı kendi edimini yerine
getirdiyse acaba nasıl bir tablo ortaya çıkacaktır? à
Bir görüşe göre imkânsızlıkta geçici imkânsızlık bile olsa alacaklının daha
önce yerine getirmiş odluğu edimi iadesini isteyebilmesi için sözleşmeden dönme
hakkını kullanması gerekiyor. Bizde de hâkim olan görüş budur. Yani geri
verilmesi için sözleşmeden dönme hakkının kullanılması gerekmektedir. CANARİS’e
göre ise geri istemesi için dönme hakkını kullanmasına gerek bulunmamaktadır.
Dönme hakkını kullanmadan da yerine getirdiği edimin iadesini isteyebilir. Neye
dayanarak isteyebilir? à Dönme hakkını kullanmadan iade isteme
hakkının kullanması karşılıklı edimler arası (silahlar arası) eşitlik ilkesine
göre olacaktır. Eğer dönme hakkını kullanması gerekirse alacaklı şu çelişkiyi
yaşayacaktır; ya sözleşmeden dönme hakkını kullanarak imkânsızlık ortadan
kalksa bile, sözleşme konusu edimi elde etme imkânını nihai olarak
kaybedecektir. Dönme hakkını kullanırsanız sözleşme sona erer. Yani ben döndüm
ama kusura bakmayın, bakın imkânsızlık da ortanda kalkmış şimdi ifa et diyemez.
Dönme hakkı hukuki ilişkiyi koparır. Ya bunu yapacaktır, ya da imkânsızlığın
kalkacağına ümit bağlayıp ileride ifası olsun diye bekleyecek ve buna
katlanacaktır. En önemli örneği şudur; çok önemli bir tablo çalındı. Peşin
ödedi parasını. Tablo bulunabilir diye beklemek isterse dönme hakkını
kullanmadan dönebilmelidir diye düşünülüyor. Bu tespit ki, bu tür çıkışlar bu
tür hukukçulardan gelir. Bu görüş o kadar da elinin tersiyle itilecek bir görüş
değildir. Alacaklının dönme hakkını kullanmasına bir engel yoktur yazarın
önerdiği çözüme göre. Ama aynı zamanda dönmeden de alabilsin deniyor. Bunu da
edimler arası silahlarda eşitlik ilkesi (sinallagma ilişkisine) dayandırıyor.
Türk
İsviçre hukukunda imkânsızlığın ne zaman ortadan kalkacağı bilinmiyorsa kesin
imkânsızlığa ilişkin hükümler uygulanır. Şöyle olsa; imkânsızlığın ne zaman
ortaya çıkacağı biliniyor, orada geçici imkânsızlık olur ama geçici imkânsızlıkta
da hâkim görüşe göre temerrüt hükümlerinin devreye sokulması gerektiğidir.
Özellikle büyük çaplı sözleşmelerde mücbir sebep başlığı altında süre uzatımı
vardır. (mücbir sebep kayıtları) yani şunu söylemek istiyorum kimi İsviçreli
yazarlar sadece şu tespitte bulunurlar, geçici imkânsızlık durumundan aynen ifa
yükümlülüğü askıya alınabilir. Yani biraz önceki ifadeyle süre uzatılabilir. O
kalkınca kaldığı yerden devam edebilir.
Özellikle
borçlunun sorumlu olduğu durumlarda, imkânsızlığın temerrüt içinde ortaya
çıkmasında temerrüt hükümlerinin uygulanmasını sağlar. Çünkü sen temerrüde
düşerken kusurlusun dolayısıyla buradaki imkânsızlıktan da sorumlusun.
Kamu
ihale sözleşmeleri kanunun 10 veya 11. Maddesinde mücbir sebepleri sayar ve
ardından KİK’ce mücbir sebep olmasına karar verilen diğer sebepler denilerek
böyle bir tanrısal gücü KİK’e veriyorlar. Yani süre uzatımı aslında tarafların
birbirlerine imkânsızlık yaratması değildir. Sadece edimin
gerçekleştirilememesi için bir imkândır. Yani sorumluluğu ortadan kaldıran bir
durum yaratılmış olmaz ama yeni bir imkânsızlık oluşturulmuş olmuyor. (bir arkadaşın
sorusu üzerine oldu bu)
Cins
borçlarında imkânsızlık meselesine bakacağız. Burada da bizim duyduğumuz
kavramlardan farklı bir dünyanın varlığı söz konusudur. Cins borçlarında imkânsızlık
olmaz çünkü cins borçlarında imkânsızlık olmaz deniliyordu. Ama bazı cins borçlarında
borçlunun ifadan kurtulduğunu görüyoruz. Yani sadece ait olduğu cins
belirtilerek tespit ediliyor. Neler cins borcunu oluşturabilir? à
Cins borçlarının konusunu neler oluşturur? à Mallar
oluşturur. Başka ne oluşturabilir? à Mesela haklar
oluşturabilir mi? à Hisse senetleri. (bana 25 çek ver değil
yani kıymetli evrak değildir ama hisse senedi olur) Filanca şirketin hisse
senetleri. Sınırlı cins borcu ama cins borcudur. Para borcu oluşturabilir. Para
borçları biraz cins bir cins borcudur. Peki, taşınmazlar cins borcunu oluşturur
mu? à
Alım satımda olmaz da başka bir sözleşmede olabilir belki? à
Otellerde olabilir bu. Mesela kira sözleşmesinde gidip bana tek kişilik bir oda
ver denilebilir. Burada kira sözleşmesinin konusu bir cins borcudur. Bir
arkadaşın örneği ise kura çekilmeden önceki siteden daire satımı olabilir diyor.
Peki, iş görme ve hizmet edimleri cins borcunun konusunu oluşturur mu? à
HUBER ve CANARİS’e göre cins borcu olamaz diyor hizmet ve iş görme edimlerinin
diyorlar. İş görme edimleri bakımından borçlunun bir garanti sorumluluğu olduğu
kabul ediliyor.
Cins
borçlarının ifa edilmemesine yol açan tipik sebepleri gelecek hafta işleyeceğiz.
09 Kasım 2012 – Cins Borçlarında İmkânsızlık
Bu
haftayı Ceren Demirel arkadaşımız tamamlamıştır. Eline sağlık.
CİNS BORÇLARINDA
İMKÂNSIZLIK
Cins yok olmaz ilkesi
(tür telef olmaz - genus non perit)
gereği cins borçlarında imkânsızlık olmaz. Cins borçları bakımından
başlangıçtaki imkânsızlıkta borçlunun bir garanti sorumluluğu olduğu kabul
edilir. Buna karşılık Alman Hukuku’nda cins borçlarında bazı durumlarda
borçlunun borcundan kurtulduğu görülür.
Cins
borçların konusunu mallar ve haklar, para,[1]
sınırlı cins borcu olmakla birlikte senede bağlı borçlar oluşturabilir. Cins
borcunun konusu olan malları genellikle taşınır mallar teşkil eder. Taşınmazlar
bakımından ise otellerde kiralanacak oda için yapılan rezervasyonda oda birebir
belirtilmemişse sınırlı cins borcun varlığından bahsedilir. Buna karşılık, oda
eğer numarası ile (örneğin, “Üç sene önce
balayını geçirdiğimiz oda.” şeklinde) istenmişse bu borç artık parça
borcuna dönüşür. Alman yazarlar hizmet ve iş görme sözleşmelerinden kaynaklanan
edimin cins borcunu oluşturamayacağını düşünürler; çünkü hizmet ve iş görmede
somutlaştırılmış bir edim, bireyselleştirilmiş bir sonuç ve faaliyet söz
konusudur. Burada karşı tarafın kişisel özellikleri önem taşır. Sözleşme
kurulurken, “Kim olursa olsun fark
etmez.” denilmez; kişilerin özelliklerine az ya da çok vurgu yapılır.
Cins
borçların İfa Edilmemesine Yol Açan Tipik Sebepler:
-
Tedarikçinin
teslimde bulunmaması Satıcı, tedarikçisinin kendisine mal teslim etmemesini bir mazeret
olarak ileri süremez; tedarikçinin teslimde bulunmaması halinde de satıcının
malı teslim sorumluluğu söz konusu olur. Bununla birlikte satıcı, bu ihtimali
sözleşmeye bir kayıt olarak koyabilir. Bu durumda; yani eğer geçerli bir kendisine mal teslim edilmesi şartı ile
teslim kaydı (Selbstbelieferungsklausel) sözleşmeye konulmuşsa,
tedarikçinin teslimde bulunmadığı hallerde ifanın konusu cins borcu olduğunda
bile satıcı sorumluluktan kurtulur. Bu kaydın geçerli olabilmesi için
sözleşmenin yapıldığı ve kaydın konulduğu anda, satıcının tedarikçiyle daha
önceden yaptığı geçerli bir tedarik sözleşmesinin mevcut olması gerekir. (“Malın alıcıya verilebilmesi için, işbu
sözleşmenin imzalandığı aşamada var olan diğer tedarik sözleşmeleri gereğince
malın satıcıya teslim edilmiş olması gerekir.”)

-
İthalat
- ihracat yasakları İhraç
sınırlamaları başlangıçta mevcutsa, sözleşmede aksi kararlaştırılmadıkça satıcı
bu riski üstlenmiş kabul edilir; yani sorumluluktan kurtulamaz. Sonradan ortaya
çıkan ihraç sınırlamalarında satıcının sorumluluğunun devam ederek satıcının bu
malları üçüncü bir ülkeden elde edip alıcıya teslim edebilmesi içinse, üçüncü
ülkeden tedarikin orantısız masraflara yol açmaması gerekir. Dolayısıyla, ihraç
yasağı geldiğinde sözleşme konusu cins mal üçüncü ülkeden orantısız gider
olmaksızın temin edilemiyorsa, satıcının sorumluluğundan bahsedilemez. İthalat
sınırlamaları bakımından; yani kota konulması durumunda da, başlangıçta mevcut
bulunan sınırlamadan (sözleşme anı itibariyle çoktan dolmuş kotadan) satıcı
sorumlu olacaktır. Sonradan ortaya çıkan ithalat sınırlamaları (sözleşme
kurulduktan sonra dolan kota) ise imkânsızlık kapsamında değerlendirilir ve
satıcının sorumluluğu ortadan kalkar. Sözleşme konusu cins malın kaçak olarak
getirilmesinin mümkün olması bu sonucu değiştirmez.

Cins Borçlarının Türüne göre
İmkânsızlığın Sonuçları
1.
Piyasadan
Temin Edilecek Mallara İlişkin Cins Satımları: Bu
tür satımlarda, mal piyasada mevcut olduğu sürece satıcı malı piyasadan tedarik
ederek teslim eder. Dolayısıyla tedarikten sonra fakat teslimden önce ifanın
imkânsızlaşmasından dolayı satıcı sorumlu olur. Bu bağlamda satıcının sadece
tedarik değil, yeniden tedarik yükümlülüğü de söz konusudur. Örneğin, borçlunun
para borcunu ifa etmek amacıyla bu parayı tedarik ettiği sırada para gasp
edilirse borçlu borcundan kurtulamaz. Aynı şekilde satıcı da tedarik ettiği
malın sonradan yok olmasından sorumludur. Böyle bir durumda yeniden tedarik
borcunun satıcıya yüklenmesi, satıcının en azından sigorta şansı olması
bakımından adil görünmektedir. Buna karşılık bazı yazarlar, satıcının sadece
malı tedarik yükümlülüğü olduğunu ve malın daha sonradan yok olmasından
satıcının artık sorumlu olmayacağını; böyle bir durumda satıcının yeniden
tedarik sorumluluğunun doğmasının malın yok olmasında kusuru bulunmasına bağlı
olduğunu düşünürler.
2.
Sınırlı
Cins Borcu (Stok Satımı): Bu tür satımlarda satıcı, teslim yükümlülüğünü belirli
bir stoktan (örneğin 1958 yılına ait stoktan) yerine getirir. Bu stok
genellikle satıcının kendisine aittir veya kendi hâkimiyetindedir; ancak bazı
hallerde satıcı, başkasına ait stoktan da teslimatı üstlenmiş olabilir. Stok
satımlarında stok yettiği sürece ifa borcu devam eder; imkânsızlık olmaz. Stok
kusursuz olarak kısmen yok olmuşsa, stok yettiği ölçüde ifa yükümlülüğü
olacaktır. Satıcının birden fazla kişiyle sözleşme yaptığı ve sözleşme
yapıldığı sırada stok yeterli olmasına rağmen bir kaza sebebiyle stoktakilerin
bir kısmının ortadan kalkmasıyla ifanın sonradan kısmen imkânsızlaştığı
hallerde, satıcının orantılı olarak teslimatla yükümlü olduğu kabul edilmektedir.
Satıcının,
başkasına ait stoktan teslimatı üstlenip stok sahibinin kendisine ifada
bulunmaması sebebiyle malı tedarik edememesi halinde ise yine satıcı sorumlu
olur. Bu hususta başkasına ait stokun imkânsızlaşması sonucu değiştirmez.
Dolayısıyla, başkasına ait stoktan teslimatı üstlendiği malı imkânsızlık sonucu
tedarik edemeyen satıcı bu durumdan sorumludur, meğerki Selbstbelieferungsklausel kararlaştırılmış olsun. Buna ilişkin
olarak Alman Federal Mahkemesi’nin 1954 tarihli bir kararına konu olan olayda,
Porsche firması bir araba modelinden (yeterli talep olursa) 2000 adet üretmeyi
taahhüt etmiştir. Bir acente de bu modelin satımına ilişin olarak bir
müşteriyle sözleşme yapmıştır; ancak Porsche, sözleşmeye konu modeli diğer
acentelere dağıtmış, satım sözleşmesi yapan acenteye ise teslim etmemiştir. Bu
olayda Alman Federal Mahkemesi, başkasına ait stoktan satım halinde de acenteyi
kusurlu imkânsızlık nedeniyle sorumlu tutmuştur.
3.
Üretilecek
Mallara İlişkin Cins Satımları: Bu tür satımlar da ilk
iki kategoriye benzer; ancak burada sözleşme, mal üretilmeden önce yapılır ve
stok satımındakinin aksine, üretilecek mal bakımından bir sınır yoktur.
Üretilecek mallara ilişkin cins satımları
genellikle endüstri ürünlerinde söz konusu olur. Malların teslim tarihi
sözleşmenin yapımından sonraki bir tarihtir.
İlk iki satım türünüm değil de, bu
üçüncü türün söz konusu olduğu nasıl anlaşılır?
-
Belirli
bir üretici tarafından üretilecek mallar bakımından (marka mallar) İleride üretilecek mallara
ilişkin satım sözleşmesine konu malın sadece belli bir marka olması şart
değildir (?).

-
Teslim
tarihi olarak sözleşmenin yapılmasından epey sonraki bir tarih
kararlaştırılmışsa
Bu tür uzun teslim süresi öngörülen hallerde ortada bir stok satımı
değil, üretilecek mallara ilişkin bir cins satımı olduğu kabul edilir.

Üretilecek
malların teslimine ilişkin cins satım sözleşmesinde, iş yerinin yanması, su
bakını, deprem gibi dış etkenler nedeniyle üretimin durmasından, stokta teslim
edilecek mal da yoksa satıcı sorumlu tutulamayacaktır. İş yerindeki grev ve
hatta başka yerden temin etme imkânının bulunmaması kaydıyla ara malların
(örneğin araca monte edilecek parçanın) üretildiği alt iş yerindeki grev
sebebiyle üretim durduğunda da satıcının malı başka yerlerden (piyasadan)
tedarik etme yükümlülüğü yoktur. Dolayısıyla bu satım türü, ilk kategori olan
piyasadan temin edilecek mallara ilişkin cins satımlarından bu yönü ile de
ayrılır. Sonuç olarak, satıcının sorumlu olmadığı sebeplerle üretim durduğu
sürece üretilecek mallara ilişkin cins satımlarda satıcının aynen ifa
yükümlülüğü bulunmamaktadır. Önemli olan, sözleşme yapıldığı anda satıcının bu
malları üretecek kapasiteye sahip olmasıdır.
Üretim
tamamen değil de kısmen durduğunda, mesela üretim yapılan iki fabrikadan
birisinde çalışmanın durduğu (üretim dışı kaldığı) ve çalışan fabrikanın üretim
kapasitesinin sınırlı olduğu hallerde orantılı indirime gidilir. Bölünemeyen
bir edimde (örneğin tek bir üretim ve üç alıcı olması halinde malın
bölünememesi söz konusu olduğunda), teslimatın kime yapılacağına karar vermek
için öncelikle hangi teslimatın muaccel olduğuna, hepsi aynı anda muaccel
oluyorsa da hangi sözleşmenin önce yapıldığına bakılır. Sözleşmelerin de aynı
tarihte yapılması halinde malın hangi alıcıya neye göre teslim edilmesi
gerektiğine ilişkin bir çözüm doktrinde bulunmamaktadır.
Aynı
malı başka üreticiler de üretiyor olsa bile, üretimin durması halinde satıcının
bu malı başka bir üreticiden tedarik edip alıcıya teslim etme yükümlülüğü
olmadığı kabul edilir. Burada ifa planı malı satıcının imal etmesine göre
yapılmıştır ve elde edeceği kârdan vazgeçerek malı rekabet içinde olduğu
firmalardan tedarik etmesi satıcıdan beklenemez; ancak bazı hallerde
sözleşmenin yorumundan aksi bir sonuca varılabilir.
Üreticinin
malı başka üreticilerden tedarik etmek zorunluluğu, satıcının en başta üretim
kapasitesinin çok üzerinde bir taahhütte bulunduğu, malın bir kısmını kendisi
üretip bir kısmını alt tedarikçilerden alacağı sözleşmelerde gündeme gelir. Bu
halde satıcının kendi üretiminin durması artık bir imkânsızlık olarak
değerlendirilemez. Satıcının sorumlu olmasının nedeni, burada ilk kategorideki
piyasadan tedarik edilecek mallara ilişkin satım sözleşmesine benzeyen bir
sözleşmenin olmasıdır. Satıcı, üretim kapasitesinin dolduğu gerekçesini öne
süremez; üretimin durmasına rağmen malı başka yerden tedarik etme zorunluluğu
vardır. Satıcının üretimi dursa da,
kendi üretemediği kısmın tamamını tedarik ve teslim etme garantisi söz
konusudur.
Üretilecek
mallara ilişkin cins satım sözleşmeleri yalnızca üretici ile alıcı arasında
değil, bayi (acente) ile alıcı arasında da yapabilir. Burada da yine aynı
esaslar geçerlidir. Dolayısıyla eğer bir bayi, bir üreticinin ürettiği malları
teslim etme yükümlülüğü altına girmişse, üreticinin üretiminin durmasından bu
bayi sorumlu tutulamayacak; üretimin durması bayiyi de sorumluluktan
kurtaracaktır.
Üretim
yeniden başladığı takdirde alıcının satıcıdan aynı şartlarda teslimat talep
etme hakkının mevcut olup olmayacağı hususu, arada geçen zaman zarfında satıcı
bakımından bir maliyet artışı olması halinde önem taşır. Bu durumda eğer
şartları varsa sözleşmenin değişen koşullara uyarlanması gündeme gelir. Aksi
halde satıcının aynı şartlarda teslim yükümlülüğü gündeme gelir.
16 Kasım 2012 – Sözleşme Kayıtları
Bugün
üç adet kayıt anlatacakmış hoca. Nispeten teknik kayıtlar. Aslında doğrudan imkânsızlıkla
alakalı değil. Genel olarak borçlarla ilgili. Ama cins borçları ile ilgili bazı
mevzulara girmiştik. Cins borçlarında imkânsızlık olmaz yani borçlu sözleşme
konusu şeyi bir şekilde tedarik etmek zorundadır. Mallar yandı deyip
sorumluluktan kurtulamaz. Sözleşmelere konulan bazen kurtaran ama bazen tam
kurtarmayan kayıtlardan bahsedeceğiz. Biri belli mücbir sebep. Diğer ikisini
Türkçe ifadede zorlanacağız. Biri “kendisine teslim kaydı
(selbstbelieferungsvorbehalt)” à Yani A C’den teslim alacağı malları
B’ye satmayı taahhüt ediyor. Kaydın ana hattı itibariyle A’nın eğer benim
tedarikçim bana teslim etmezse ben de sorumlu olmayacağımdır kaydın aslı. Ama
teknik olarak inceleyeceğiz.
İlk
olarak şunu söyleyelim. Tedarikçi kimdir? à C’dir. C malı
teslim edecek ki A’ya o da B’ye teslim etsin. Tedarikçi TBK 116 anlamında ifa
yardımcısı sayılabilir mi? à Yani asıl borçlu kendi tedarikçisinin eylemlerinden
sorumlu tutulur mu tutulamaz mı? à Genel kabul
gören görüş olmadığı yönündedir. Ama bazı yazarlar aksini belirtiyor.
Kendisine
Teslim Kaydı à
Bu kayıtlar biraz sonra göreceğimiz sınırlar çerçevesinde borçluyu borcundan
kurtarmaktadır. Bu kayıtlar ve az önce sözünü ettiğimiz sınırlamalar, milletler
arası ticari teamüllerde, tahkim kararlarından, ticari uygulamadan doğmuştur.
Oradan oluşmuştur. Öyle bir teamül oluşmuştur ki bu kayıtlar sadece bazı
durumlarda borçluyu sorumluluktan kurtaracaktır. Bazı şartlar var ise bu kayıt
borçluyu borcundan kurtarmaktadır. Bu şartlara vurgu yapmak gerekiyor.
Bu
sorumsuzluk kaydı ile ilgili çok net bir ilişkisi yoktur. Hocam, borçlar
kanununa göre borçlu bazı şartlarda koyabiliyorsa burada da koyabilir. O zaman
ağır, hafif kusur tartışması gündeme gelebilir o halde. Bu kayıt esas alındığı
takdirde tedarikçinin malı hangi sebeple teslim etmediğinin hiçbir önemi
yoktur. Az sonra göreceğimiz şartlar varsa ve böyle bir kayıt
kararlaştırılmazsa borçlu borcundan kurtulmaktadır. Sana neden teslim
edilmediğinin hiçbir nedeni yoktur. İster tedarikçi kasten borcunu ifa etmesin.
Bu
şartlar nelerdir? à Kendisine teslim kaydının borçluyu
sorumluluktan kurtarması için bazı şartların olması gerekir. En önemli şart,
borçlunun uygun bir karşılık sözleşme yapmış olması gerekir. Demek ki kendisine
teslim kaydının kurtarması için uygun bir karşılık kontratı olması gerekir.
Tedarik edilecek olan mallara ilişkin bir başkası ile (örneğimizde C ile) her
şey yolunda olsa idi bu B ile arasındaki kontratı sağlayacak bir karşılık
olması gerekir. Ve bunun hangi anda yapılması gerektiği meselesi biraz fulüdür.
Birçok kaynakta şu söyleniyor; karşılık kontratın en geç A-B arasındaki
sözleşmenin yapıldığı ana kadar olması gerektiği söyleniyor.
Hoca
şu aşamada şunu düşünüyor. Acaba sözleşmeyi yaptıktan sonra karşılık kontratı
yapsa da sonradan tedarik edilemezse ne olur? Hoca için de bu fulü imiş.
Bu
karşılık kontratın, A ile B arasındaki sözleşmenin ifasını mümkün kılan bir
sözleşme olması gerekir. Bir uygun karşılık sözleşme olması gerekir. O halde şu
durumlarda uygun bir karşılık sözleşme yoktur:
C
ile A arasındaki sözleşme Karşılık sözleşmedir. A ile B arasındaki ise “şu
sözleşme”dir.
A
ile B arasındaki sözleşme talep halinde teslimatı sözleşmesi yapılıyor.
Karşılık sözleşmesinde teslimat için vade kararlaştırılmışsa bu biraz önce
gördüğümüz manada karşılık sözleşme niteliği taşımaz çünkü karşılık sözleşme
vadeli diğeri vadesizdir. Bir hafta sonra B A’ya, bana buğdayı ver deyince daha
C ile vademiz gelmedi diyemeyecektir.
Veya
şu sözleşmede ağırlık, kalite vb. hususlarda belirlemeler var ama karşılık
sözleşmede bir belirleme yok ise bunun bir uygun karşılık sözleşme olmadığı
kabul edilmektedir.
Her
iki sözleşmenin miktar itibariyle aynı olması elbette aranmayacaktır. Karşılık
sözleşme çok daha büyük miktarlı olabilir. Yani her iki sözleşmenin tamamen
aynı olmasından bahsetmiyoruz sadece şu sözleşmenin ifasını sağlayacak
nitelikte olması gerekiyor.
Sorumluluktan
kurtulmak isteyen borçlunun bunu ibraz etmesi gerekmektedir.
Bu
şart gerçekleşmiş ise tedarikçinin hangi sebeple karşılık sözleşmesini ifa
etmediğinin hiçbir önemi yoktur. Mücbir sebeple veya kusuru olmadan ifa etmemiş
olabilir veya tamamen kusurlu olarak gerçekleştirmiş olabilir.
Şu
sözleşmede karşılık sözleşmenin nitelikleri olmasına gerek yok ama kaydın
olması yani kendisine teslim kaydının olması gerekiyor.
Eğer
bu şartları taşıyorsa karşılık sözleşme, borçlunun örneğimizde A’dır, seçimlik
hakkı bulunmaktadır. İsterse malı başka yerden tedarik edebilir. à
Bu ihtimale ilişkin bir dip not; bunu yapınca büyük ihtimalle karşılık
sözleşmeden daha pahalı bir şekilde alacaktır. Fazla ödediği miktarı kendi tedarikçisinden
isteyecektir. Kayda rağmen borcunu ifa edebilir, bu takdirde hesaplaşma C ile A
arasında gerçekleşir. İkincisi, gerçek anlamda seçimlik imkândan söz edeceksek,
ikinci olarak bu kayda dayanarak sorumluluktan ve hatta borcunda kurtulabilir. Fakat
burada ilginç bir durum söz konusu: bu kaydın ticari teamüllerden doğan bir
kayıt olduğunu belirtmiştir. Yine bu teamüllere göre, bu ikinci imkândan
yararlanmak istediğinde borçlu, kendi tedarikçisine karşı sahip olduğu talep
haklarını alacaklıya temlik etmekle yükümlü tutulmuştur. Biraz daha
canlandıralım; A böyle bir kayıt koydu, benim tedarikçim bana teslim etmezse
sorumluluğum yoktur dedi. Sözleşme de uygun bir karşılık sözleşmedir. Sonra mal
teslim edilmedi. Bu takdirde borcundan kurtulabilir. Bu durumda A C’ye karşı
sahip olduğu talep haklarını B’ye temlik edecektir. Borcun ifa edilmemesi
sebebiyle A’nın C’ye karşı sahip olduğu haklarını B’ye devredecektir. Hani ilk
seçenekte hesaplaşma A ile C arasında gerçekleşir demiştik ya, bu ihtimalde
hesaplaşma B ile C arasında gerçekleşecektir. Burada aynen ifa talebi
bakımından enteresan bir durum ortaya çıkar. Biz temerrütte biliyoruz. İster
müspet zarar, ister dönme artı menfi zarar, ister aynen ifa ister. Şimdi A
talep haklarını B’ye temlik etti. Teknik olarak olmasa da B A’nın yerine
geçerek aynen ifa talebinde bulundu. Eğer borçlunun tedarikçiye karşı sahip
olduğu hakları devralan alacaklı aynen ifa talebinde bulunursa borçluyu C’ye
karşı olan yükümlülüğünden de kurtarması gerekir. [B dedi ki, ben aynen ifayı
istiyorum. 10 ton buğday istiyorum dedi. Peki, buğdayın parasını kim ödeyecek? à
Sözleşmeye göre A’nın ödemesi gerek. Bu durumda bedel ödeme borcundan da A’yı
kurtarması gerekir.]
Biraz
önce dedik ki, bu tür kaydı içeren sözleşmeler pek aşina olmadığımız bir
sözleşmedir. Burada ilginç bir durum vardır. Bu model olmasaydı aynı hukuki
sonuca ulaşabilmek için şu yöntemler devreye girebilirdi: à
İlk olarak, A ile C bir sözleşme yapar (satım sözleşmesi), buna göre A’nın
sahip olduğu alacak hakkı nedir? à Kendisine mal
teslimine ilişkin bir alacak hakkıdır. Kendisi de satış bedelini C’ye
ödeyecektir. A, C’ye karşı sahip olduğu alacak hakkını bir ücret karşılığında
B’ye temlik edebilirdi. Bu bir hak satımıdır. à Alacağın
temlikinde temlik eden kişinin sorumluluğunu hatırlayalım (ücretli bile olsa)
sadece alacağın temlik anında mevcut olmasından sorumludur. à
İvazlı temliklerde EBK’ya göre devreden devralana karşı sadece alacağın
varlığından sorumludur. Ayrıca taahhüt etmedi ise borçlunun ödeme gücüne sahip
olmamasından sorumlu değildir. Fakat TBK’da hem alacağın mevcudiyeti hem de
borçlunun ödeme gücüne sahip olmamasından dolayı sorumludur. Devredenin
sorumluluğu neye ilişkindir? à Borçlunun ödeme gücüne sahip
olmamasınadır. Dolayısıyla bu hüküm kapsamına borçlunun keyfi olarak ifa
etmemesi girmez. İsterse temlik işlemi geçerli olsun, ödeme gücüne sahip olan
borçlunun borcunu ifa etmemesinde eski alacaklı sorumlu değildir. O halde
dediğimiz hak satımı modeline gittiğimizde, alacağın temliki ile bu hakkı devrettiğinde,
devrettiği kişiye karşı ifa edilmemesinden sorumlu olmayacaktır.
Kaydın
olmadığı ikinci model ne olabilir? à A ile C bir
satım sözleşmesi yapmıştır. Sonra B ile 2. Sözleşme yapmıştır. Bu 1.
Sözleşmenin ifa edilmemesi sebebiyle; A da B’ye ifa edemeyecektir ve B’ye karşı
sorumlu olacaktır. Bu mal satımıdır. Hak satımı değildir.
Kendisine
teslim kaydı ihtiva eden sözleşme iki model arasında yer içerir. Çünkü satım
bir hak satımı değil mal satımıdır. Fakat hak satımlarında olduğu gibi
borçlunun borcunu ifa etmemesinden sorumlu olmamaktadır. (Tekrar, hak satımı değil
bir mal satımıdır fakat tıpkı hak satımı gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır.)
Burada
özellikle seçimlik haklarla ilgili bir müdahalesi olacak hocanın; burada az
önce gördüğünüz şartlar var ise borçlunun bir seçimlik hakkı vardır. İster
başka yerden tedariki seçer, isterse başka yerden tedarik etmez bu kayda
dayanarak sorumluluktan kurtulur. Bu kurtulmanın hukuki niteliği nedir? à
Kimi yazarlar bozucu şart dese de daha mantıklı olarak sözleşme ile
kararlaştırılan dönme hakkına benzer bir durum vardır. Neden benzer? à
Dönme hakkında dönme hakkını kullanan kişinin bir başkasına karşı sahip olduğu
alacakları temlik etme yükümlülüğü yoktur da ondan. Oysa burada kendi
alacaklısına temlik etmesi gerekmektedir. O yüzden böyle bir durumun
varlığından bahsedilmektedir.
Bu
kaydın sonuç doğurabilmesi için, borçlunun bu kayda dayanması bunu ileri
sürmesi gerekmektedir. Bu kaydın ileri sürülmesi geriye değil ileriye etkili
sonuç doğuracağı iddia edilmektedir. Yani 1 Ocak’ta temerrüde düştünüz, sonra 1
Mart’ta ileri sürmüşseniz temerrüdün 1 Martta ortadan kalkacağı ve o ana kadar
bu sonuçlardan sorumlu olacağını söylüyoruz. Buna yenilik doğuran bir hak dedik
ama tıpkı zamanaşımı gibi def’iye benzediğini söylüyorlar. Bunlar yeni üretilen
otomobiller, akıllı telefonlar olarak olabilir bunlar. Eğer siz müşteriye
zamanında teslimden sorumlu olmak istemiyorsanız bu şekilde bir şartı
sözleşmeye koymanızda fayda olacaktır.
Süreye
tabi midir? à
Bunu istediği kadar geç ileri sürebilir ki kendi zararına olur geç ileri
sürmesi gerekiyor. Yani 5 sene sonra ileri sürerse 5 sene sonra ileri sürmesine
teorik olarak kendi katlanır.
Şimdi
gelelim mücbir sebebe. Burada da bir sorumluluktan kurtarma söz konusudur.
Borçlunun kendisinden kaynaklanmayan sebeplerle borcu ifa edememe ihtimalini
sözleşmeye yazması söz konusudur. Hatta kendisince aşılamayacak sebeplerle ifa
edilememesinden sorumlu olmak istemiyorsa bu tür kayıtlar koyması gerekiyor.
Bunda iki yöntem benimsenir; birinde genel kayıt yani genel olarak mücbir
sebepten sorumlu olunmayacağına ilişkin kayıt konulur. Veya özel olarak bu
mücbir sebepler sayılır. Bu daha güvenli gibi düşünülür ama değildir. Klasik
mücbir sebepler; savaş, ayaklanma, tabiat olayları gibi durumlar mücbir sebep
olayları olarak sayılır. Ama şu olmaz; KİK’çe karar verilecek diğer sebepler
olmaz. Yani yazın bulut olursa bu da bir mücbir sebeptir. Yani işin teknik
özelliğine uygun bir mücbir sebep olması gerekir.
Aslında
bu tür kayıtları (çünkü bütün mücbir sebepleri baştan göremezsiniz) önceden
göremezsiniz. Eğer özel saymadan sonra buna benzer sebepler denirse sorun yok.
Eğer sayarsanız ve elastiki bir ifade koymazsanız başınız durduk yere ağrır. O
yüzden bunun esnek tutulması gerekiyor. Yani torba hüküm diye tabir edilen
hüküm konulmalıdır.
Bir
soru üzerine? à
Hâkim illiyet bağını kesti diye kendisi öne sürebilir mi olmasa bile sözleşmede
olabilir mi? à
Hayır. Hepsi illiyet bağını kesen şeyler olmak zorunda değildir.
Mücbir
sebep kavramı imkânsızlıktan türemiştir ve fakat onu yumuşatmıştır. Özel sayma
yoluyla içine eklenebilir. Mesela kötü hava koşulları, imkânsızlık yok ama işi
zorlaştıran bir durum vardır. Bu da bir mücbir sebep olarak değerlendirilebilir
sözleşmesine göre. Mücbir sebep en eski kayıttır. Birinci dünya savaşından
öncesine dayanır. İmkânsızlık kavramından türeyip onu yumuşatmıştır.
Diğer
benzer kayıt ise Hardship kayıtlarıdır. O köken olarak, imkânsızlık kavramından
değil işlem temelinin çökmesi kavramından türemiştir. Ona dayanmaktadır.
Mücbir
sebepte dönme yoluyla sorumluluktan kurtulma söz konusu iken, hardship
kayıtlarında ise yeniden müzakere yükümlülüğü getirmektedir. Bu yüzden
milletler arası tahkim kayıtlarında komik kayıtlar vardır. Ya zaten anlaşmaya
niyeti varsa gelir konuşur. Yani sırf formaliteyi yerine getirmeye çalışıyor.
Müzakere yükümlülüğü vardır.
Kavramsal
olarak işletme dışı gelen bir sebeptir mücbir sebep, fakat zaman içinde
yumuşatılmış bir kayıt türüdür.
Mücbir
sebep durumunda ne olur? à İki tür düzenlemeyle karşılaşılır veya
3. Tür olarak iki türün kombinasyonundan oluşmaktadır. Bazı durumlarda mücbir
sebep durumunda borçlunun ifa yükümlülüğü askıya alınır (bizim uygulamadaki
durumda borçluya süre uzatımı yapılır) bazı kayıtlarda ise mücbir sebep
durumunda borçluya sözleşmeden dönme hakkı verilmektedir. Daha sık rastlanan kayıtlar
ise birleşiminden oluşur. Önce süre uzatımı (yani mücbir sebep şu kadar ay
devam ederse, sözleşmeden dönme veya fesih hakkı verilmektedir) ile dönme hakkı
kombine edilmektedir. Mücbir sebeple dönme hakkı verilen kişiye belirli bir
süre içinde karşı tarafı bu durumdan haberdar etme yükümlülüğündedir. Etmezse
ne olur? à
Genel kabul gören anlayış şudur, bu külfeti yerine getirmeyen tarafın sonradan
mücbir sebebe dayanamayacağı kabul edilmektedir. Yani bir hak düşümü
gerçekleşeceği gibi. Tıpkı ayıba karşı tekeffüldeki muayene ve ihbardaki gibi.
Bazı
şeylerde idarenin uygun göreceği şeyler filan yazıyor. O kayıt şu anlama
gelmez, savaş oldu ama bence süre uzatım yok burada deme imkânı yoktur. O olsa
olsa mücbir sebep şartlarının gerçekleşip gerçekleşmediğini denetleme yetkisi
verir.
2000’li
yılların başında enerji özelleştirmelerinde bir sürü abuk sabuk ifade var.
Gerçek zarar, cezalandırıcı tazminat filan deniliyor. Böyle bir ayrım olmadığı
için bizde her şey gerçek zarar. En iyi sözleme mümkünse olmayan veya en kısa
sözleşmedir.
Bir
sözleşme ilişkisini nasıl tasfiye edileceği Borçlar Hukukun en temel sorunudur.
Sebepsiz zenginleşme ve zilyetliği iadeye ilişkin hükümler çok iyi bir şekilde
karşılamaz. Yani borçlar hukukunda genel bir tasfiye usulü gören hüküm yoktur.
3.
kayıt üzerinde kısaca duralım. Fazla konuşmayacağız. Teslim edememe imkânının
saklı tutulması. Sözleşme ile bir borçlunun (eğer teslimse) teslim edilememe
ihtimalinin saklı tutulduğu kayıtlar. Bu sorumluluktan kurtarır mı? à
Önceki kendine teslimden farkı var. Tedarikçi teslim etmezse sorumlu olmuyordu.
Ama bu tür kayıtlarda şu ya da bu sebeple borcumu ifa edemediğim takdirde her
hangi bir sorumluluğu yoktur. Bu kayıtların borçlunun sorumluluktan kurtaramayacağı
ön görülmektedir. Borçlunun genel bir kayda dayanarak sorumluluktan kurtulamayacağı
kabul edilmektedir.
BK
16’daki onaylanmış parmak izi çok komikmiş.
23.11.2012 – Kesin vadeli işlemler ve Sürekli borç ilişkilerinde imkânsızlık
İmkânsızlık
hikâyesinin son faslına bakacağız.
Kesin
vadeli işlemler, sürekli borç ilişkileri ve bunlarda imkânsızlık mı yoksa
temerrüt mü ona bakacağız. Ondan sonra gereği gibi ifa etmemeyi işlemek
istiyormuş.
İlk
olarak kesin vadeli işlemlere bakalım. Yani bunlarda imkânsızlık mı yoksa
temerrüt mü söz konusu olur onun üzerinde duracağız. Kesin vadeli işlemlerin
türleri ve teknik tanımından önce birkaç örnek verelim.
Kesin
vadeli işlemlerde imkânsızlık mı temerrüt mü sorusu neden ortaya çıkar? Çünkü
bir görüşe göre kesin vadeli işlemlerde kararlaştırılan ifa tarihinin geçmesi imkânsızlığa
yol açar.
Şimdi
ilk üç örnek şu şekilde: Bazen bizde de oluyor, güneş tutulması ya da
gezegenlerin belli bir sırada olduğu durumlar (tekrarlanmıyor ve bir defaya
mahsus) mesela o gezegenler 1 Aralık 2012’de bir araya gelecek ve onun
görüntülenmesi ile ilgili bir sözleşme. İkincisi bir spor müsabakası finalini
düşünün. Oraya yine aynı şekilde görüntülenmesi ya da o müsabakayı da içine
alan seyahat düzenlenmesi yaptıysan 3 Temmuz 2012’de olan finalin görüntülenmesine
ilişkin bir seyahat sözleşmesi yapıldığını düşünün. Bu iki örnekte de borçlunun
o tarihi kaçırdığını düşünün. Başka bazı örneklere bakalım; sabah 8 İstanbul
uçağına yetişmek için mahallenin taksicisi ile anlaştınız, beni sabah 6.30’da
al dediniz. Yine aynı taksicinin belirtilen saatte gelmediğini düşünün. Veya 29
Ekim töreni ile ilgili havai fişek gösterisi ile ilgili bir organizasyon
firmasıyla anlaşma yapıldığını düşünün. Kararlaştırılan tarihte organizasyon
şirketinin organizasyonu yapmadığını düşününce ne olacaktır? Veya önemli bir
günde bir konser düzenlenmesi ve kararlaştırılan tarihte yine bu konser verme
borcu altına giren kişi ya da şirketin bu borcunu yerine getirmediğini var
sayın. Bu durumlarda ne olacaktır? à Alman
hukukunda, kesin vadeli işlemlerin iki türünün söz konusu olduğu düşünülüyor.
Biri mutlak kesin vadeli işlemler, ikincisi ise nisbî kesin vadeli işlemler.
Eğer edimin niteliği gereği, kararlaştırılan tarihin, geçmesinden sonra edim
artık yerine getirilemiyorsa mutlak kesin vadeli işlem söz konusudur. Buna
karşılık nisbî kesin vadeli işlemlerde, taraf iradelerine göre borç konusu
edimin mutlaka belirli bir zaman dilimi içinde veya belirli bir ana kadar
yerine getirilmesinin kararlaştırılması söz konusudur.
Şimdi
bu iki tanımdan hareketle; taksi örneğinde bunların tarihi geçtikten sonra da
yapılma ihtimali var ama taraf iradelerine göre nisbî kesin vadeli işlem olur. Peki,
mutlak hangisi? à Güneş tutulması, ya da iki tenisçiye
bir daha final yapın ben çekeceğim deme ihtimali var mıdır? Yoktur.
İfanın
telafi edilemediği durumlarda imkânsızlık söz konusu olur. Bir edimin ifasına
alacaklının artık menfaatinin kalmaması imkânsızlık anlamını taşımaz ve bu
sonucu doğurmaz. Bu başka meseledir. Bu kesin vadeli işlemlerin nisbî olması bakımından
önem taşır. Bir de borçlu temerrüdünde ihtara gerek kalmayan durum yaratır.
Yani temerrüt nedeniyle artık ihtarın gereksiz hale gelmesidir. Alacaklının
hiçbir menfaati kalmadı meselesi imkânsızlık oluşturur sonucuna varamayız. İmkânsızlığa
ilişkin hükümler imkânsızlık bakımından, temerrüde ilişkin işlemler, imkânsızlığa
ilişkin hükümler son derece yetersizdir. Orada sadece tazminat vardır. Oysa temerrütte
birden fazla seçeneği vardır. Yani birinin yetersiz olması birinin yeterli
olduğu için mümkün mertebe meseleyi temerrüde çekmede alacaklı açısından fayda
vardır. Eğer imkânsızlığı kabul ederseniz, kavramsal olarak aynen ifa talebinde
bulunulamayacaktır. Birçok durumda bunu seçme hakkını alacaklıya verilmesi daha
mantıklı. Çünkü alacaklı aynen ifayı isteyebilecektir. Ama imkânsızlık olunca
aynen ifa istese bile sadece tazminat talep 3edebilir.
İki
tane alman federal mahkemesi kararına bakalım; birinde seyahat şirketi var. Afrika’da
bir yere gidecek. Onun için oraya gidilmesi için aşının yapılması gerekiyor.
Çocuklardan teki bronşit olduğu için o seyahat yapılamıyor. Burada federal
mahkeme her iki tarafın da kusursuz olduğuna ilişkin imkânsızlık hükümlerini
uygulamıştır. Ama bunu eleştiren yazarlar bunun imkânsızlık ile çözülmesinin doğru
olmadığını, bunu alacaklıya seçim hakkı tanınması gerektiği söyleniyor.
Diğer
bir olayda, bir salon siyasi bir etkinlik için kiralanmış. Kiralayan bir
kuşkuya kapılıyor ve o belirtilen saatlerde salonun kullanımını vermemiştir.
Burada acaba ne tür bir kesin vadeli işlem var. Federal mahkeme mutlak kesin
vadeli işlemi kabul etmiş. Doktrin diyor ki burada nisbî kesin vadeli işlem söz
konusudur diyor. Yani o kuruluş daha sonra o işlemi yapmak istiyorsa buna izin
verilmelidir. Ama önceden söylediğimizde mutlak kesin vadeli dersek artık aynen
ifa olamıyor fakat nisbî dersek oluyor.
Bir
başka mesele sürekli borç ilişkilerinde temerrüdün mü yoksa imkânsızlığın mı
söz konusu olacağıdır. Kısaca sürekli borç ilişkilerini hatırlayalım. Ani
edimliden farklı olarak, borçlunun sürekli ve aralıksız bir davranışını
gerektiren bir edim ihtiva eder. Alacaklının beklenen menfaati her an gerçekleşir
sözleşme devam ettiği sürece. Yine biliyoruz ki bir borç ilişkisini sürekli
borç ilişkisi olması için, sözleşmeye rengini veren edimin sürekli olması
yeterlidir. Bir tanesinin sürekli olması yeterli olacaktır yani iki tarafın da
sürekli olması gerekmiyor. Yani kira ilişkisi sürekli borç ilişkisi olarak nitelendiriyor.
Birinin borcu sürekli olarak kiralanan yeri kullandırma borcudur. Ama diğerinin
ki paradır. Aynı şekilde hizmet sözleşmesi de bir sürekli borç ilişkisidir.
Buradaki sürekli ve aralıksız davranışa, hiç edimin kesilmeden edimin yerine getirilmesi
anlaşılmamalıdır. Mesela hizmet sözleşmesi SBİ’dir ama biz bundan işçinin 24
saat çalışması gerekiyor demiyoruz. Kararlaştırılan süre içinde mesai saati
içinde işçinin iş görme borcu kesintisiz ve aralıksız ifa olarak
nitelendirebilir. Bizim burada ilgilendiğimiz SBİ’nin nitelikleri ya da
özellikleri değildir ama yine de bakıyoruz.
1
Ocak 2011 – 31 Aralık 2012 arasında bir sözleşme düşünelim. Kiraya veren bu
borcunu yerine getirmediği takdirde. Yani şubat ayına geldiğimiz takdirde,
kiraya veren bu borcunu yerine getirmemiştir. Burada kiraya veren temerrüde mi
düşmüştür yoksa onun borcu imkânsızlaşmış mıdır? İmkânsızlık temerrüt ayrımında
belirleyici kriter olarak ifanın telafi edilebilirliğini ele alan görüş
bakımında buradan zaman açısından bakılınca imkânsızlık vardır. Artık kişinin
bu borcu telafi etmesi mümkün değildir. Dolayısıyla sürekli borç ilişkisinde
kaçırılan süre bakımından imkânsızlık olacaktır. Geriye kalan süre açısından
temerrüt söz konusu olur eğer Şubat’a kadar olacaksa. O halde kiracı Şubat’a
kadar bakımından sadece tazminat talep edebilecektir, ama geriye kalan kısım
ise 3 seçeneği var ister fesih ister aynen ifa ister tazminat talebi. à
Hoca bunun doğru olduğundan emin değilim. Kaçırılan sürenin bir daha telafi
edilemeyeceği düşüncesi ani edimli ilişkiler bakımından da söz konusudur.
Mutlaka 1 Ocak 2011’e kadar teslim edilecektir orada teslim edilmedi aradan 3
ay geçti. Burada sadece zamana bakılınca tablonun artık 1 Ocak 2011 tarihi ile
teslimi mümkün değildir. Burada her ihtimalde imkânsızlık kabul edilebilir mi?
Kaçırılan süre öbür tarafa eklenebilir mi? Onun için önemli olan 1 yıl boyunca
kullanmaksa sadece, başlama tarihi önemli değilse ne olacaktır. Ama hoca emin
olmasa da SBİ’de kaçırılan süre bakımından imkânsızlık geriye kalan ifa
edilebilir kısım açısından temerrüt olacaktır.
Daha
ilginç olan ise, art arda teslimli sözleşmeler bakımından söz konusudur. Şimdi
bu sözleşmeler ara bir kategoridir. Bunlar bazen ani edimli sözleşme özelliği
taşır bazen de sürekli edimli sözleşme niteliği taşır. Buradaki temel kriter
şudur arkadaşlar, tarafların üstlendiği toplam borç miktarının zaman kriteri
yardımıyla belirlenip belirlenmediğidir. Eğer zaman kriteri ile belirleniyorsa
ani edimli borç ilişkisi söz konusudur. Örneğin bir toptancıdan 15bin ton demir
sipariş ettiniz. Anlaşmaya göre alıcı diyor ki, bunu bana iki kısımda teslim
et. Ya da ben sana haber edeceğim sen bana 1-2 ton gönderirsin. Sözleşmenin
toplam miktarı belli. 15 ton demiri yılın belli aylarında 3’e bölerek 5’er ton
5’er ton telsim edecek. Böyle bir sözleşmede ilk teslim mart ayında
gerçekleşecektir. Bu durum da temerrüt mü yoksa imkânsızlık mı söz konusudur? à
Bu sürekli borç ilişkisi olmadığı için (toplam borç miktarı belli olduğu için)
temerrüt söz konusudur. İmkânsızlık söz konusu değildir. AATS’in bir başka türü
ise tedarik sözleşmeleridir. Bu özellikle elektrik üreten firmalar var. Size 3
yıl boyunca elektrik temin edecek. Ya da fırınınız var size un temin edecek.
İki türlü olabilir, ihtiyaç üzerine olacak ya da belli olacak vereceği şey.
Burada sürekli borç ilişkisi söz konusudur. Çünkü biz tarafların borç miktarını
hesaplayabilmemiz için zaman kriterini işin içine sokacağız. Mesela 5 yıl var.
12 ay var. Dolayısıyla 60’la çarpıp buluruz diyeceğiz. Ama mana kriterini işin
içine sokmayınca miktarı bilmek mümkün değildir. Bunların sürekli borç ilişkisi
olduğunu düşünün. Diyelim ki her ay un teslim edecek. Ocak ile şubat arasından
teslim edilmedi. Biraz önce SBİ ilişkin olarak izah etmeye çalıştığımız mantık
burada da devreye sokulmaktadır. Alıcının ocak ayına ilişkin ihtiyacı
karşılanmamıştır. Adamın ocak ayındaki ihtiyacını karşılamak mantıken mümkün
değildir. Dolayısıyla kararlaştırılan tarihin geçirilmesi durumundaki imkânsızlık
olmayacak deniliyor.
İmkânsızlıkla
ilgili birkaç mesele daha var. Az önce kesin vadeli işlemleri konuşurken
vurgulamıştık, alacaklının aynen ifaya olan menfaatinin ortadan kalkması imkânsızlık
sonucunu oluşturmaz. Amacın ulaşılması ya da amacın ortadan kalkması kavramları
açısından önemlidir bunlar. İşte amaca ulaşılmış olması ne demektir? à
Bir doktorla tedavi sözleşmesi akdettiniz fakat doktora gitmeden hastalığınız
düzeldi. Yani amaç kendiliğinden gerçekleşti. Amacın ortadan kalkmasına örnek
verelim; eser sözleşmesi yaptınız. Ona göre belli bir bozukluğu olan eşyayı
yüklenici tamir edecektir. Fakat tamir konusu eşya yok oldu, artık tamir
edilecek eşya yoktur. Bu iki durumda nasıl bir hukuki sonucun ortaya çıkacağı
sorunu gündeme gelmektedir. Alman hukukunda her iki durumda da hâkim görüşe
göre, objektif imkânsızlık oluşacağını ön görüyor. Fakat İsviçre hukukunda hâkim
görüş böyle değildir, deniyor ki, borçlu halen borcunu ifa edebilir. Borçludan
kaynaklanan bir sorun değildir bu. Doktor artık tedavi edemeyecek mi, tamir mi edilecek.
Borçludan kaynaklanmıyor. Alacaklından kaynaklıdır. Hâl böyle olunca da her iki
durumda da alacaklı temerrüdüne hükümleri uygulanır diyorlar. Ama bununla iş
bitmiyor. Borçlu borcunu yerine getirmeyecektir. Veya eşya yok olduğu için
yüklenici tamir faaliyetinde bulunmayacaktır. Peki, borçlu karşı taraftan
edimini yerine getirmesini isteyebilir mi? à Doktor
kendiliğinden iyileşen hastadan tedavi ücreti isteyebilir mi? à
burada kanun boşluğu kabul edilmekte ve şu şekilde doldurulması gerekiyor
deniliyor; borçlu karşı taraftan edimi talep edebilir, fakat bundan yerine getirmediği
kendi ediminin değerinin düşürülmesi gerekmektedir.
Bir
diğer durum yapmama borçlarında durum ne olacaktır? à
Yapmama borçlarının ihlal edilmesi imkânsızlık oluşturur mu? à
İsviçre hukukunda imkânsızlıktan bağımsız olarak tartışılır. Şu ayrım yapılır:
ihlalden sonra ifanın mümkün olup olunmadığına bakılmak gerekiyor. Bazı
durumlarda yapmama borcunun ihlalinden sonra ifa mümkün değildir. Sır saklama
borcunun ihlali. Bu ihlalden sonra borcun aynen ifası istenebilir mi? Hayır. Bu
tür durumlarda BK 97’de tazminat talep edilebileceği ön görülüyor. Deniyor ki
mesele 97’ye göre çözülmelidir. TBK ise madde 113tür.
Fakat
bazı durumlarda ihlale rağmen ifa mümkün olabilir. Örneğin rekabet yasağı
borcu. İhlal etti, yani rekabet ediyor sözleşmeye aykırı olarak, yani alacaklı
borcun bir anlamda aynen ifasını yani ihlalin ortadan kaldırılması gerekebilir.
Burada yine BK 97’ye gidilmesi gerektiği söyleniyor.
Bir
diğer mesele borçlunun imkânsızlıkta bildirim yükümlülüğüdür. İmkânsızlık
durumunda borçlunun bu durumda alacaklıya bildiriminin zorunlu olduğu aksi
halde tazminle olduğu söylenmiştir. Bir başka mesele, alacaklının yol açtığı
durum söz konusu olunca ne olacaktır? à Burada eğer
sözleşme konusu edim borçlunun yerine getirmekle yükümlü olduğu edim
alacaklıdan kaynaklanan sebeplerle imkânsız hale gelirse borçlunun karşı edim talep
edebileceği ama imkânsızlık sebebi ile borçlunun tasarruf ettiği harcamaların
bundan mahsup edilmesi gerektiği kabul edilmektedir. Yani borç imkânsızlaştığı
için masrafları yapma külfetinden kurtulmuşsa o tasarruf ettiği harcamaların
mahsubu gerekir.
Her
iki tarafın kusurlu oluğu imkânsızlık durumunda ne olacaktır? à
Burada da, BK 96 ve 44’Ün birlikte uygulanacağı kabul edilmektedir. Bu ne
demektir? à
96 kusurlu imkânsızlığa ilişkin hükümdür, 44 ise ortak kusura ilişkin hükümdür.
Deniyor ki, evet imkânsızlık sebebiyle borçlu borcundan kurtulur ve karşı edimi
talep etme hakkına sahip olur. Ama borçlu da kusurlu olduğundan alacaklıdan
alacağı tazminat hakkı kusur oranında mahsup edilecektir.
Kaim
değere ilişkin imkânsızlığa ilişkin düzenleme yoktur. Alman hukukunda kabul
edilen esasların kabul edildiğini görüyoruz. Eğer imkânsızlaşan edimin yerine
başka bir değer geçmişse, alacaklının bunu talep edebileceği kabul edilir.
Şimdi söyleyeceğimiz cümle sebepsiz zenginleşmede geçerli olmayacaktır. Deniyor
ki; (hâkim görüş o yöndedir) kaim değerin borçlunun ediminin değerinden daha
yüksek olması durumunda bile alacaklı bunu talep edebilmektedir. Bu esas
sebepsiz zenginleşme kavramında bu esas geçerli değildir çünkü sebepsiz
zenginleşmede objektif ve sübjektif zenginleşme vardır ve objektif zenginleşme istenebilir
sadece.
Temelindeki
mantık şudur; sözleşmenin kurulması ile birlikte borç henüz ifa edilmemiş olsa
bile iktisadi açıdan borç konusu edimin alacaklının mal varlığından
değerlendirmemiz lazımdır. Ama bu hukuki değildir.
Sözleşmenin
müsbet ihlali, borcun gereği gibi ihlal edilmemesi. à
Girişte de bahsetmiştik, bizim BK 3lü bir ayrımı esas almıştır. İmkânsızlık kusurlu
imkânsızlık ve temerrüt. Esin kaynağının da alman hukuku olduğunu söylemiştik.
Ama alman hukukunda AH’ya özgü bir tartışma çıkmıştır. Bu tartışma İsviçre ve
Türk hukukunu etkilemiştir. 1920 yılında STAUB bir üçüncü kategorinin daha söz
konusu olacağını ifade etmiştir ki o da akdin müsbet ihlalidir. İsim şuradan
geliyor, temerrüt ve imkânsızlık durumunda borçlunun ifası pasiftir. Ama 3.
Kategoride borçlu borcunu ifa etmekte ama kötü ifa etmektedir. O yüzden müsbet
lafı kullanmaktadır. Yani elma teslim eder ama bozuk elma teslim eder. Dolaysıyla
borcun akdin müsbet ihlali kavramını ortaya atmıştır. Bu Alman hukukunda
taraftar da bulmuştur. Fakat Türk-İsviçre hukukunda da bir miktar
tartışılmıştır. Ama bu kavrama ihtiyaç duyulmadığı görüş hâkimdir. Çünkü 96
(TBK 116) ikili ayrıma değil 3lü ayrıma dayanır. Yani gereği gibi ifa etmemeye
ilişkin teori yaratmaya gerek yoktur çünkü bunun kanunda temeli vardır. O halde
borcun gereği gibi ifa edilmemesi nedir? à Çok basit bir
formül kullanılabilir. İmkânsızlık ve temerrüt teşkil etmeyen her durum, borcun
gereği gibi ifa edilmemesi teşkil eder. Aslında borcun gereği gibi ifa
edilmemesi dendiğinde iki ana kategori altında incelenir. Fakat biraz daha
derin bakılınca, üçüncü kategori çıktığı görülüyor. Ama bizi ikisine bakacağız.
Biri kötü ifadır, diğer yan yükümlülüklerin ihlalidir. Bunlara başka bazı
kategoriler daha ilave edilir. Bir görüşe göre yapmama borçlarının ihlali de
aslında borcun gereği gibi ifa edilmemesidir. Bir dördüncü kategori ise
muacceliyetten önce borçlunun borcunu ifa etmeyeceğini bildirmesi. Bizde genel
hükümlerde yok düzenleme (Viyana sözleşmesi 72. Madde vardır.) veya özel
hükümlerde madde 382’Yi herkes biliyordur. Ya kasıtlı ya ihmali bir şekilde
borcun kararlaştırılan tarihte ifa edilmeyeceği söylenmektedir. Son kategori
ise art arda teslimli sözleşmelerde, diyelim ki ilk ay teslimatta bulunmadı
satıcı. Tazminatı ancak o aya ilişkin kullanabilirsiniz. Burada şu sorun ortaya
çıkıyor. Peki, burada alacaklı her ay bekleyecek ondan sonra mı haklarını
kullanacaktır. Eğer bazı teslimlerin gerçekleşmemesi ilerideki teslimlerin gerçekleşmeyeceği
konusunda haklı şüphe oluşturuyorsa alacaklı henüz vadesi gelmemiş kısım
bakımından da sözleşmeyi sona erdirebilir mi? à Aslında meşhur
bir tartışmadır. Ve sorunun cevabı evettir. Eğer haklı bir şüphe yaratıyorsa
sona erdirme hakkının sadece ifa edilmeyen teslimler bakımından değil henüz
muaccel olmamış kısımlar bakımından yapılabilmektedir. Mesela adam iflas etmiş,
artık papatya falına gerek var mı? Yani dur bakalım demeye gerek var mıdır? à
Burada ilk belirttiğim ilk iki kategori uygulanır. Biz önümüzdeki derste
bunlara kısaca baktıktan sonra borçlu temerrüdünü inceleyeceğiz.
30 Kasım 2012 – Gereği Gibi İfa Etmeme
Gereği
gibi ifa etmeme üzerinde duralım. Aslında üzerinde kısa durmamızın sebebi
konunun önemsiz olmasından değildir. Gereği gibi ifa etmeme genel hükümlerde
vardır. Ama özel hükümlerde de düzenlenmiş. Satım akdinde ayıba karşı tekeffül
olsa ya da eser sözleşmesinde olsa olurda ama buradaki açıklamalar genel hususlarla
sınırlı kalacaktır.
Bunun
birden fazla türü var ama biz kötü ifa ile yan yükümlülüklerin ihlaline
bakacağız. Kötü ifa durumunda borçlunun sözleşmede ya da kanunda ön görülen
nitelikleri taşımayan bir edimde bulunması söz konusudur. Borçlu borcunu ifa
etmektedir fakat kötü ifa etmektedir. İsim de zaten oradan gelmektedir.
Vurgulanması gereken tek nokta şudur: Aliud ifa ile farkıdır. Mesela televizyon
yerine buzdolabı vermişsiniz. Burada kötü ifa yok, tamamen farklı bir edimin
ifası söz konusudur. Bu tartışma su açıdan önemlidir. Acaba hangi hükümler
uygulanacaktır. Kötü ifada gereği gibi ifa edilmeme söz konusu iken, Aliud
ifada hiç ifa etmediği pozisyondadır dolayısıyla temerrüt hükümleri
uygulanacaktır. Fakat bu ayrımın karşılaştırmalı hukukta terkedildiğini
görüyoruz. Özellikle BGB’deki yeni değişikliklerde kötü ifa ve Aliud tamamen
aynı hukuki sonuçlara tabi tutulmuştur. Dolayısıyla ayrım artık pratik değerini
veya önemini yitirmiştir. Aynı zamanda viyana satım sözleşmesinde kötü ifa ve
Aliud sözleşmenin ihlalinin üst kavramı kapsamında değerlendirilmektedir. Dolaysıyla
bu iki hukuki çevresi bakımından bir önemi yoktur bu ayrımın.
İkinci
temel kategori ise, yan yükümlülüklerin ihlalini içerir. Burada borçlu aslında
kararlaştırılan edimi ifa etmiştir. Fakat bir borç ilişkisinde her zaman sadece
asli edim yükümü yoktur, yan yükümlülükleri ve koruma yükümlülüklerini de
ihtiva eder. Dolayısıyla asli edimi ifa edip diğerlerini ifa etmezse yine
gereği gibi ifa olmayacaktır. Bunlar bilgi verme ve aydınlatma yükümlülüğü, iş
birliği yükümlülüğü, koruma ve sağlama yükümlülüğü, sağlama yükümlülüğü. Bunlar
yan yükümlülüklerdir: Örneğin, sözleşme konusu komplike makine teslim edildi
ama satıcı alıcıyı bunun tehlikesi konusunda aydınlatmadı. Bundan dolayı bir
zarar oluşursa gereği gibi ifa edilmemesi vardır. Esasen bu yükümlülüklerin
temel özelliği, aynen ifa dava edilemez. Sadece tazminat talep edilebilir. Yani
eğer yan yükümlülüklerde sıkıntı varsa sadece zararın tazmini söz konusu
olacaktır. Yani mahkemeye gidip şunun kulağını çek de bana bilgi versin
diyemezsiniz, sadece zararın tazminini istersiniz.
Hocam
aynen ifanın olmadığını nereden çıkarıyoruz? à Aynen ifanın
olmadığını yan yükümlülüklerin niteliğinden çıkarılıyor. Ama kavramsal olarak
yan yükümlülükleri temel yükümlülükten ayıran asıl özelliği aynen ifa
edilememesidir. Bunu pozitif bir temele dayandıramayız. Kaldı ki koruma
yükümlülüklerini hiçbir yere dayandıramazsınız. Dayandırılamadığı için, Culpa
in Contrendo gibi şeyler çıkmıştır ortaya. [mesela yenilik doğuran haklar
bakımından bir kanun hükmüne dayandıramazsınız.]
Biz
dönme hakkı yok ama burada dönme hakkı vardır diyen İsviçreli yazarlar var.
Veya 96 sadece tazminat diyor ama burada ayıbın giderilmesi de dâhildir diye
yazarlar mutlaka vardır. Yani 100 yıl önce çıkmış hükümlere her şeyi
dayandıramayız zaten.
96
sadece yan yükümlülüğü ihlal değil, kötü ifayı da içeriyor. Kötü ifa asli edime
ilişkin olduğu için, asli edimde de mi aynen ifa talebi olmayacak denileceği
için 96’ya dayandırılamaz deniyor.
Şimdi
asli edim ve yan edimden bahsettik. Bunlar hiç ifa edilmemiş veya ifa edilip de
kötü ifa edilmemiş olabilir. Bunlar hiç ifa edilmemişse aynen ifa talep
edilebilir. Teslim ettim ama ambalajı yırtıksa bu defa tazminat talep
edebilirsiniz. Ama bunu yan yükümlülüklere aktaramıyoruz. Ben size bilgi
vereceğim dedim ama vermedim. Orada bilgi versin diye talep olmaz mahkemeye
sadece zarar oluşmuşsa zararın tazminini istiyoruz.
Borçlu Temerrüdü
Tanımı
şöyledir; ifası mümkün (muaccel) bir borcun, borçlu tarafından zamanında ifa
edilmemesidir. Bu tanım yanında özelikle İsviçre ders kitaplarında bir unsura
vurgu için başka bir tanım var; yükümlülüğün ifasındaki objektif gelişme
deniyor. Burada Türk İsviçre hukukunda borçlunun temerrüde düşmesi için kusurlu
olması şart değildir. Kusurun bazı sonuçları açısından önemlidir. Bu Türk
hukukunda böyledir. Alman hukukunda ise kusuru olmayan borçlunun sorumluluğunda
yoktur. İsviçre Borçlar Kanunu, bu esası kabul etmemiştir. Temerrüdün
şartlarına geçmeden önce genel birkaç açıklama, uygulama alanı (BK 101 TBK 117
vd hükümleri) kaynağı ne olursa olsun her türlü zamanında ifa edilmemesinde
uygulanır. Aslında bu her borca uygulanır.
Bu
hükümler emredici nitelik taşımaz. Faize ilişkin tartışmaları bir tarafa
bırakacak olursak (ki şu an itibariyle faiz açısından da bakılınca) emredici
değildir kurallar. Yani kanunun çizdiği çerçevede kalmak şartıyla tespit
edebilirler. TBK’dan daha farklı sonuçlar öngörebilirler.
Alacaklı
temerrüdü ile Borçlu temerrüdü arasındaki ilişkiye dikkat edelim. B’nin A’ya
bir teslim edeceğini düşünün.
Alman
hukukunda her ikisi de olacağı söylenir. Alman hukukunda kabul bir anlamda
yükümlülüktür de. İsviçre hukukunda ise alacaklı temerrüdü bir külfetin ihlali
durumunda ortaya çıkar, borçlu temerrüdü ise bir yükümlülüğün ihlali durumunda
ortaya çıkar. Dolayısıyla verilen örnekte borçlu temerrüdü yoktur alacaklı
temerrüdü vardır. Malı kabul etmek bir yükümlülük değil külfettir. Ama bu şunu
ortadan kaldırmaz, taraflar teknik anlamda bu külfeti yükümlülük yapabilir.
Borçlu
açısından alacaklının yeni malları almasının bir önemi vardır. Çünkü alacaklı
alacak ki yeni malları istif edebilsin borçlu. İşte böyle bir durumda
alacaklının malı teslim alması yükümlülük olarak kararlaştırılabilir. Bu
yapılmışsa alacaklının malı teslim almaması aynı zamanda borçlu temerrüdü de
doğurur, bunun dışında alacaklının ifayı kabulden kaçınması alacaklı temerrüdü oluşturur.
Şimdi
temerrüdün şartlarına geçelim. Aslında tanımda vardır.
Ara not: Borçlunun
hangi durumlarda sözleşmeye aykırı davranışında kusuru olmadığı için sorumlu
tutulmamaktadır? Buna ilişkin doğru dürüst bir şekilde Yargıtay kararı taraması
yapan arkadaşlara bonus getirecektir.
İmkânsızlık
temerrüdü dışlar, temerrütten bahsedebilmek için imkân olması gerekir. İfa
mümkün değilse temerrüt olmayacaktır. Bazen temerrüt varken imkânsızlık olursa,
o ana kadar temerrüt sonra imkânsızlık uygulanacaktır. Ama bizde de kanun
temerrütte bulunduğu esnada kaza olursa borçlunun bununla sorumlu olduğuna dair
düzenleme var. 102, TBK 118. Madde.
Muaccel
olması gerekir. İfanın talep ve dava edilebileceği an muacceliyet anıdır. Bu
kavram ifa edilebilirlik kavramından farklıdır.
Fakat
bazı durumlarda muacceliyet şartı bile aranmaz. Hangi durumdur bu? à
Borçlunun borcunu muacceliyet tarihinden önce açıkça borcunu ifa etmeyeceğini
söylemesi halinde muacceliyet şartı aranmaz. Aksi halde aranır. Buna ilişkin
özel düzenleme olan EBK 358’de vardır.
Bu
başlık altında durmak istediğimiz asıl noktaya geliyoruz temerrüdün
şartlarından; borcun muaccel olması şarttır ama alacaklının dava edilebilir bir
alacağa sahip olması şart mıdır? à İki ihtimal
var. Birincisi eksik borçlarda temerrüt söz konusu olur mu? İki bir def’iye muhatap alacaklar bakımından
temerrüt söz konusu olur mu? à Yani borçlu borcunu ifa etmemiş ama
def’i ileri sürme hakkı varsa temerrüde düşmüş müdür? à
İlk sorunun cevabı basittir. Dava edilemeyen borçlarda (kumar ve bahis borcu
gibi) borçlunun temerrüde düşmesi söz konusu olmayacaktır. Eksik borçlar sadece
kumar ve bahis borçlarını değil (davanın hiç açılamayacağı halleri değil) dava
açılıp def’i ile savuşturulacak borçları da dâhil ediyoruz lisansta. Ama burada
bir ayrım yapılması gerekiyor. Çünkü burada zamanaşımına uğramış bir borç dava
edilemez bir borç değildir. Dava edilir ama def’i ile savuşturulabilir. Burada
ayrım önemlidir.
Şimdi
bir def’iye muhatap alacaklar bakımından acaba borçlu temerrüdü söz konusu
olabilir mi? à
Def’i kavramsal olarak bir savunma vasıtasıdır. Yani borçlu sahip olduğu bir
yetkiye dayanarak bazı hususları ileri sürerek ifadan kaçınmaktadır. Ödemezlik,
zamanaşımı gibi savunma imkânı tanınmıştır. Bizim üzerinde duracağımız nokta,
borçlunun bir def’i hakkına sahip olması durumunda temerrüde engel teşkil eder
mi? yoksa bunun ileri mi sürülmesi gerekir? İleri sürülürse etkisi olur mu
olmaz mı? à Burada def’inin temerrüde engel olup
olamayacağı bakımından 4 ihtimal akla gelir. 1. İhtimalde def’i hakkının
mevcudiyeti tek başında temerrüde engel teşkil edecektir. Bunu borçlunun ileri
sürmesine bile gerek yoktur. 2.si; def’i hakkının varlığı, temerrüt durumuna
engel teşkil etmez fakat borçlu def’i hakkını ileri sürerek temerrüt durumunu
geçmişe etkili olarak ortadan kaldırabilir. 3. Olarak; def’i hakkının
kullanılması, temerrüdü sadece ileri etkili olarak ortadan kaldırır. Burada
ikinciden farklı olarak geçmişe etkili olarak ortadan kaldırılmamakta. Ve nihayet
4. İhtimal, def’i hiçbir şekilde temerrüdün gerçekleşmesine engel olmaz denilebilir.
Türk-İsviçre
hukukuna bakınca meselenin ikinci ihtimal çerçevesinde değerlendirildiğini görüyoruz.
Buna göre tek başına def’i hakkının varlığı temerrüde engel teşkil etmez ama
borçlu def’iyi ileri sürerek temerrüdün etkisini geçmişe etkili olarak ortadan
kaldırır. Alman hukukunda ise her def’i için meselenin ayrı ayrı incelendiğini
görüyoruz. Ödemezlik def’indeki duruma bakmak gerekiyor ilk olarak; AH’daki hâkim
görüşe göre Ödemezlik def’ini ileri sürme imkânının mevcudiyeti temerrüdü
engeller. Eğer borçlunun Ödemezlik def’i ileri sürme hakkı varsa onun temerrüde
düşmesi söz konusu olamaz. Borçlunun bu def’iyi kullanma zorunluluğu yoktur. Yani
gecikmeksizin ileri sürme şartı aranmamaktadır. Bu temerrüdü engelleyecektir.
Gerekçeye bakınca aslında yanı kapıya çıkan değişik gerekçeler kullanıldığını
görüyoruz. CANARİS’e göre Ödemezlik def’inin mevcudiyetinin temerrüde engel
olması kondisyonel sinallagmanın bir sonucudur. Ayni edim ile karşı edim
arasındaki bağımlılık ilişkisinin bir sonucudur. Dolayısıyla iki tarafa borç yükleyen
sözleşmelerde, ya doğum ile ilgili bir bağımlılık söz konusudur.. Bu ilişki ifa
ve ifa edilmeme aşamasında da kendini gösterir. Dolayısıyla bir borç ifa
edilmezse diğeri de ifa edilmeyecektir. Dolayısı ile ifa edilmemesi bir hukuka
aykırılık teşkil etmeyecektir. HUBER’e bakılırsa; Ödemezlik def’isi hangi
durumlarda söz konusu olur? à Taraflardan biri vadeden istifade
etmiyorsa olur. Buna rağmen karşılıklı ve aynen ifanın gerektiği sözleşmelerde
alacaklının kendi edimini yerine getirmeden karşı taraftan ifayı talep etmesine
ve onu temerrüde düşürmeye izin verilmemelidir. Değişik bir ifade ile zaten
kendisi sözleşmeye aykırı davranıyor, karşı tarafın sözleşmeye aykırılığına
dayanamamalıdır. Burada öyle bir durum var değil mi? à
Her iki taraf da sözleşmeye aykırı davranıyordur. BU görüşe göre ödemezlik
def’inin temerrüde tek başına engel olduğunu görüyoruz. Buna göre, borçlunun
sahip olduğu def’i hakkını gecikmeksizin ileri sürerek, temerrüt durumunu
ortadan kaldırabileceği gerekçesi ikna edici değildir. Ki bu diğer
ihtimallerden bahsediyoruz (2 ya da 3. İhtimaller için) borçlu ileri sürmemişse
temerrüde imkân tanıyalım, yoksa tanımayalım. Olayların büyük çoğunluğuna
bakıldığında borçlunun sahip olduğu ödemezlik def’ini ihmal ettiği (unutabilir,
bilgi sahibi olmayabilir.) gerçektir. İkincisi alacaklı neden borçlunun engel
olabileceği bir yola başvurarak hukuki yarar elde edebilsin? Üçüncü olarak
borçlunun sahip olduğu def’i hakkını kullanmaması alacaklının sözleşmeye aykırı
davranmasını haklı göstermez. Niye alacaklı sözleşmeye aykırı davranıyor çünkü
karşılıklı ve aynı anda ifa söz konusu olduğu durumlarda kendi edimini ifa etmeden
karşı taraftan ifayı istemesidir. Ve nihayet dördüncüsü, eğer ödemezlik def’i
ileri sürülmediği takdirde borçlunun temerrüde düşeceği kabul edilecek olursa,
def’inin ileri sürüldüğü ana kadar alacaklının yaptığı işlemler geçerli
olacaktır. Alacaklının ihtarı, ek süre vermesi ve hatta sözleşmeden dönmesi
gibi işlemler geçerli olacaktır. Neden çünkü def’inin ileri sürülmesi gerekir.
Sürülmezse engel olmayacaktır. Bu haklar geçerli bir şekilde kullanılışmış
haklardır. Sonradan ileri sürülecek bir def’inin geçerli olarak kullanılan bu
hakları geçmişe dönük olarak ortadan kaldırması hukuken ve mantıken kabul edilemez.
O zaman bu def’iler anlamında defi olmayacaktır. Canaris burada, ödemezlik def’inin
teknik anlamda defi olmadığını kondisyonel sinallagma ilişkisine dayandığını
söylüyor. HUBER’e göre ödemezlik def’i sadece aynen ifanın talep edilmesi
durumunda kullanılmak üzere öngörülen bir defidir. Bu defi sadece alacaklı
aynen ifayı talep etmişse ileri sürülebilir. Ama aynen ifa bakımındaki temerrüt
sonuçları bakımından bu tespit geçerli değildir.
Burada
şöyle olursa iş daha da karışıyor: Peki ama aynen ifa ile birlikte gecikme
tazminatı istemişse alacaklı ne olacaktır? à Öyle ya bu
görüş kabul edilirse, aynen ifa talebi bakımından borçlunun ödemezlik def’ini
ileri sürmesi gerekecek. Borçlu bunu yapmazsa hâkim aynen ifaya mahkûm edecek.
Fakat gecikme tazminatını ödemezlik defi ileri sürülmese bile hâkim
reddedecektir. Bu nasıl bir çelişkidir: [Tekrar; nereden başladık bu noktaya,
bu anlayışa göre def’inin mevcudiyeti tek başına temerrüde engel teşkil eder.
Peki, bu nasıl defi? à İleri sürülmesi gerekiyor. Tek başına
varlığı hüküm ve sonuç doğuruyorsa def’inden nasıl söz edilir. Deniyor ki, hak
sahibi tarafından ileri sürülmesi, sürülmediği bakımından hâkim bunu göz önünde
tutamayacaktır ve aynen ifaya hükmedecektir ki bu sadece aynen ifa bakımından
geçerlidir. Bu diğer şeyler için geçerli değildir. Fakat aynen ifa ile birlikte
gecikme tazminatı istenmişse ne olacaktır? Bunun sonucu ne olacaktır? -_>
Aynen ifa talebine eğer borçlu ileri sürememişse hâkim hükmedecektir, fakat
ileri sürmüşse aynen ifa talebini kabul edip gecikme tazminatı talebini
reddedecektir. Bu mantıksız olmaz mı? à Hukuki estetik
duygularını zedeleyebilir ama mantıksız değildir çünkü ana talebin kabul edilip
yan taleplerin reddedildiği durum sadece bu duruma özgü değildir.]
Bunun
bir istisnası kabul edilir, o da şudur. Eğer alacaklı borçlunun edimini aşikâr
bir biçimde acil olarak ihtiyaç duyuyor ve alacaklının kendisi ifa etmediği
için borçlunun ifa etmediğini bilseydi kendi edimini hemen yerine getireceği
durumlarda borçluya arkadaşlar şu yükümlülük yüklenmektedir. Borçluya
alacaklıya bildirme yükümlülüğü yüklenmektedir. Borçlunun ifadan kaçınmasının
sebebinin bu odluğunu bilseydi, o a hemen kendi borcunu yerine getirecektiyse
bunu borçlunun alacaklıya bildirme yükümlülüğünün mümkün olduğu söylenmektedir.
Borçlunun ödemezlik def’ini ileri sürmesi gerekecektir.
Haksız
fiil def’i ve sebepsiz zenginleşme def’i diye devam edeceğiz.
07.12.2012 – Temerrüt Durumunda Def’iler
Def’i
meselesini konuşuyorduk. Ödemezlik def’i ile ilgili olarak, def’i hakkı mevcudiyetinin
temerrüde engel olup olmadığını konuşuyorduk.
Aynı
mesele biraz kavranması güç olan haksız fiil def’i ve sebepsiz zenginleşme
def’i bakımından da ortaya çıkmaktadır. O hüküm genellikle es geçilir. BK 60 ve
66/2; TBK 72 ve 82’de var. Hükümleri bir kez okuyalım.
Haksız
fiillerde haksız fiil talebini tazminat oluşur. Sebepsiz zenginleşmede eski
kanuna göre 1–10 yeni kanuna göre 2–10 yıl içinde isteyebilecektir. İkisinde de
hem tazminat da hem zenginleşmede değim yerindeyse mağdur açısından (kaçırdım)
Örnek
verelim, A hile veya tehdit yoluyla B’den bir alacak hakkı iktisap etti. Hile
ve tehdit bir haksız fiil olduğu için; normal şartlarda tazminat talep edilebilir
geçersiz sayılabilir. Ama diyor ki bir alacak hakkı meydana gelmişse; B sürekli
olarak bu borcu ifadan kaçınabilir. Aynı şey sebepsiz zenginleşme bakımından da
söz konusudur. Diyelim ki, bir borç ikrarında bulundu. Soyut borç tanıması
yaptı yani 1000000lira borçluyum dedi. Her borcun bir sebebi vardır. Ama burada
bu sebepten bahsedilmiyor. Tartışmaları var. Bunun sebebi yok. Süresi kaçsa
bile ifadan kaçınabilir.
Borçlunun
böyle bir def’isinin bulunması temerrüde engel teşkil eder mi? Bu soru önemli.
Burada da tıpkı ödemezlik def’inde olduğu gibi, gerek haksız fiil gerek
sebepsiz zenginleşme def’inin mevcudiyeti ileri sürülmese bile temerrüde engel
olacağı kabul edilmektedir. Ödemezlik def’inde kabul edilen esaslar kabul
edilmektedir. Mantık yine aşağı yukarı aynıdır. Haksız fiil def’ini düşünün. A
hile veya Tehditle B’den alacak hakkı iktisap etmiştir. BU şekilde hileli
davranan kişi sırf B bu def’iyi ileri sürmedi diye niye temerrüde düşürsün ki?
Bu def’inin bulunması yeterli engel teşkil etmesi için.
Bu
bağlamda birçok def’inin özel olarak incelenir. Geçen hafta da böyle olduğunu
söylemiştik.
Başka
def’i türleri de var. Acizlik def’i. EBK 82. Bunlara bakmayacağız ama sadece
zamanaşımı def’i özel bir yer teşkil ettiği için ona bakacağız.
Zaman
aşımı def’i Türk İsviçre hukukunda genel olarak kabul edilen anlayışın alman
hukukunda da kabul edildiğini kabul ediliyor. Tİ hukukunda def’i hakkının tek
başına varlığı temerrüde engel teşkil etmez diyordu. Alman hukukunda bu kabul edilmemektedir.
Zamanaşımı def’inde alman hukukunda da kabul ediliyor. Yani zamanaşımı def’i
tek başına temerrüde engel teşkil etmeyecektir. Borçlu eğer ileri sürmemişse
temerrüde düşecektir. Ama sonradan bu def’iye dayanırsa temerrüt sonuçları
geçmişe etkili olarak ortadan kalkacaktır. Bunun temelinde yatan düşünce nedir?
à
Niye ödemezlik def’inde başka bir çözüm var zamanaşımında başka bir çözüm var.
Gerekçede çok hukuki değil. Zamanaşımına uğramış olsa bile, özellikle miktar
belli vs. bu tür durumlarda temerrüde engel getirilmemeli sadece borçlu
istiyorsa bu def’iyi ileri sürsün. İleri sürmezse bir etkisi olmasın deniyor.
Bu konu çok uzatılabilir.
Not:
Takas def’i değildir. Belki usul hukuku anlamında itiraz def’iyi kapsar
anlamında kullanılıyor. O anlamda doğru
olabilir. Ama takas def’i değil bir yenilik doğuran haktır.
İhtar
şartı üzerinde duracağız. Bizim BK’mız açısından borçlunun temerrüde düşmüş
sayılması için borcun mümkün olması ve muaccel olması yetmez aynı zamanda alacaklının
borçluya bir ihtarda bulunması gerekir. İhtar üzerine ancak kural olarak
temerrüt söz konusu olur.
Şu
tespite katılır mısınız bilmem ama paylaşmak isterim à
Kural ihtarla temerrüt, istisna ihtara gerekli olmayan haller. Bunun en önemli
örneği belirli vade kararlaştırılması. Şimdi günlük hayata bakınca sanki kural
ile istisna yer değiştirmiş gibi. Genellikle bir vaade kararlaştırılır. Şöyle
bir sözleşme mi çoktur: Alacaklı borcunu ödemeyecektir diye mi yoksa Alacaklı
15 Aralık 2015’e kadar ödeyecekti diye bir sözleşmeye mi karşılaşıyorsunuz.
Sanki ihtara gerek olmayan haller ihtara gerek olan hallerden daha fazla olduğu
gibiymiş hocaya göre.
Burada
neden bir ihtar yükümlülüğü ön görülmüştür? à Borçlu borcunu
ifa etmemektedir temerrütte. Değişik bir ifadeyle hareketsiz kalmaktadır. Yani
aslında ifa etmesi gerekmektedir ama ifaya yönelik hareketi yoktur. Borçlunun
hareketi karşısında alacaklının da hareketsiz kalmaması gerekmektedir. Karşı
taraftan borçlunun uğradığı zararları isteyebilmesi için hareket etmesi
gerekmektedir. Alacaklı hareketsiz kalarak borçludan zararını tazmin edememesi
gerekmektedir. O yüzden ihtar şartı aranmıştır. Hukuki olmayan şekilde
alacaklını borçluya yaptığı bir ikazdır ihtar. Yani aslında borçluya onun
borcunu ifa etmemesinin sonuçlarına katlanacağını söylemektedir. İhtarın anlamı
budur. Yoksa bu şekilde bir ifadede bulunmayacaktır. Ama ihtarın anlamı fonksiyonu
budur. Daha doğrusu ihtara yüklenen anlam budur. Çünkü şu tespiti yapmamıza imkân
verecektir. İhtar bir hukuki işlem değil hukuki işlem benzeri irade
açıklamasıdır. Bu açıklamada bulunan kişi aklında bu sonuçları geçirmese bile
kanunun ön gördüğü sonuçların gerçekleşmesinden dolayı. Yani ihtarda bulunsa
ama aslında onu temerrüde düşürme fikri hiç olmasa dahi borçlu temerrüde düşmüş
0olacaktır. Ancak şunu gözden kaçırmayalım. İhtarın amacı borçluya ifa hazırlıklarına
başlamak için yeni bir fırsat vermek değildir. Çünkü borç zaten muaccel
olmuştur ve borçlu borcunu ifa etmemiştir. Yeniden sıfırdan bir şans tanıma
amacını taşımaz. Bu noktada şu soru ortaya çıkmaktadır. İhtar üzerine borçlu ne
zaman temerrüde düşecektir? àKimi yazarlara göre konu tartışmalı,
kimi yazarlara göre ihtarın karşı tarafa ulaşması ile birlikte temerrüde
düşecektir. Dikkat ederseniz hemen temerrüde düşmesi ihtarı şekli bir formalite
haline getirmektedir. O yüzden diğer bazı yazarlar ihtar üzerine borçlunun
hemen temerrüde düşmeyeceği borçluya uygun bir reaksiyon zamanı tanınması
gerekmektedir deniyor. Aksi halde ihtar sadece şekli bir formalite olur
deniyor. Borçluya ifade bulunup bulunmama konusunda, kısa sürede olsa hazırlık
yapma imkânı verir. O yüzden uygun bir tepki zamanı tanınması gerekir. Ancak o
uygun zamanın dolmasından sonra borçlu temerrüde düşecektir bu görüşe göre. Ama
uygun bir tepki zamanı tanınmış olsa bile bu süre uzun bir süre değildir.
Borçluya sıfırdan başlayarak verilen bir süre değildir. Bu her zaman kısa bir
süre olacaktır.
İhtar
aslında son yıllarda çıkan yayınlarda fazla tartışılır hale geldir. İhtar
üzerine temerrüt bütün dünyada kabul edilir bir esas değildir. Bazı metinlerde
muacceliyet temerrüt için yeterli sayılmaktadır. Viyana satım sözleşmesi i78.
Maddede böyledir. Eğer muacceliyetten ödemediyse faiz öder diyor. Kimi yazarlar
zararı azaltma yükümlülüğü kapsamında açıkça aranmamış olsa bile ihtarda
bulunulması gerektiğini ifade ederler. Ama 78. Maddede faiz talebinde
bulunulması için ihtara gerek bulunmamaktadır. O yüzden kimi yazarlar ihtar
olmadan temerrüt, tacir olmayan kişiler bakımından ağır bir sonuçtur. O yüzden
ihtar olmadan temerrüt ticari nitelik taşıyan işle bakımından gerekli olmasa
dahi ticari nitelik taşımıyorsa ihtar şartına gerek duyulacaktır.
İhtar
için biraz önce de3dik ki hukuki işlem benzeri irade açıklamasıdır. Bunların
arasındaki fark sadece teorik bir farktır. Çünkü hukuki işleme uygulanacak
irade açıklamalarına ilişkin esasların hukuki işlem benzerine de uygulanacağı
söylenmektedir. Acaba borçlu ihtarda bulunduktan sonra ihtarı geri alabilir mi?
à
İhtar faiz ödeme yükümlülüğü başlatacağı için tek yanlı geri alınması mümkün
değildir. Bunun için ibra sözleşmesi yapılması gerekir. O yüzden ihtar
bakımından da aynı mantık geçerlidir. İhtar temerrüt sonucu bazı sonuçlar
meydana getirdiği için bunun sonuçlarının ancak yapılacak bir ibra sözleşmesi
ile ortadan kaldırılabileceği söylenmektedir.
İhtar
bir açıdan bakınca aslında bir ifa çağrısıdır. İhtarın bir defa geçerli olması
için ihtarın sonuçlarından bahsedilmesine gerek yoktur. Tek başına borçluya
borcunu ifa etmediğinin bildirilmesi yeterli olacaktır. Yoksa senden faizde isteyeceğim,
gecikme tazminatı da isteyeceğim diye bir bildirimde bulunmasına gerek yoktur.
Ama ihtarın bazı özelliklere sahip olması gerekir. Bunlardan biri ihtarın
içeriğinin belirli olması gerekir. Alacaklının neyi talep ettiğinin açıkça
anlaşılıyor olması gerekir. Bu bağlamda miktarın kendiliğinden anlaşılmadığı
durumlarda alacaklı miktarının da belirtilmesi gerekir. Bu ne demek? à
Diyelim bir arkadaşla aramızda yaptığımız bir sözleşme var. 30 bin lira. Bu somut
örnekte ihtarda miktar yoksa anlaşılabilir. Ama böyle olmayan durumlarda alacak
miktarının da belirli olması gerekir.
Belirlilik
ilkesinin istisnası dürüstlük kuralından hareketle çıkabilmektedir. Nedir bu? à
Alacaklı gerçek alacak miktarının belirlenmesine ilişkin verilere sahip değil,
borçlu bu verilere sahip ve alacaklının bu verileri talep etmesine rağmen
borçlu bunları vermemiş ise; ihtarın belirli olması şartından vazgeçilebilir. (Hiçbir
şey bulamazsak dürüstlük kuralına dayandırabiliriz.) Burada nafaka alacaklarını
düşünün. Bunun için maddi durumunun şunun bunun belli olması gerekir. Burada
borçlu bunları vermekten kaçınırsa, nafaka alacağı bakımından karşı tarafı
temerrüde düşürmek söz konusu olabilir. Sen bana ihtarda bulundun ama ne
kadarlık miktar için ihtarda bulunduğun anlaşılmıyor. Çünkü bunun belirlilik
ilkesi gereği belli olması gerekiyor.
Birincisi
gerçek alacak miktarından daha düşük miktar için ihtarda bulunulması. İkincisi
ise bunun tam tersidir. Alacaklının gerçek alacak miktarından daha fazla bir
rakam için ihtarda bulunması durumunda ne olacaktır. İlk sorunun cevabı
kolaydır. İkincisi biraz karışıktır. Alacaklı niye daha düşük miktar için rakam
için ihtarda bulunur? à Gerçekte sahip olduğu alacaktan daha az
miktar için ihtarda bulunmuş olabilir. Veya uygulamada harç fazla ödememek için
(fazlaya ilişkin haklarını saklı tutarak düşük miktarla ihtarda
bulunuyorlar.)Sonuç hangi kısım bakımından temerrüt gerçekleşir? à
Sadece ihtarda bulunulan kısım bakımından temerrüde düşer.
Not:
Şimdi A’nın B’ye 100, B’nin A’ya 80 lira borcu var ikisi de temerrüde düştü. Bu
durumda A sadece 20 liralık kısım için mi faiz isteyecektir. Hayır, takas olmadan
öyle bir şey olmaz.
Plus
petitio yani gerçek alacak miktarından daha fazla bir miktar için ihtarda bulunulması.
Örneğin abartılı tazminat talebi. Örneğin 100 lira zararı var. Ama 10000 istiyor.
Veya satım sözleşmesinde satıcı satım bedelini istiyor ama alıcının bedel
indirim hakkını kullanmış. Gerçek satım bedeli 40 iken 100 lira istiyor. Niye böyle
bir şey yapılsın ki diye söylüyorum. Böyle bir ihtar geçerli olacak mıdır
olmayacak mıdır? à İhtarın geçersiz olmadığı fakat gerçek
alacak miktarı üzerinden hüküm ifade edeceği kabul edilmektedir. Dolayısıyla
esas bu olduğu için borçlu kural olarak borçlu sen fazla istedin ben temerrüde
düşmedim diyemeyecektir. Alacaklı fazla bir miktar için ihtarda bulunmuş olsa
bile sonradan bu ihtara dayanabilir. Fakat alacaklının sonradan böyle bir
ihtara dayanmasının bazı durumlarda dürüstlük kuralına aykırılık oluşturacağı
kabul edilebilir. Yani bu durumlarda ihtar hiç hüküm ifade etmeyecektir. Nedir
bunlar? à
İlk durum, ihtarın gerçek alacak miktarı üzerinden yapılmış olması durumunda,
borçlunun ifada bulunacağı sonucuna varılacağı durumlarda. Diyelim ki gerçek
miktarı 10 lira alacaklı 100 lira için ihtarda bulundu. O da gerçek miktarın
fakrında değil ben 100 lirayı nerden bulayım diyor. Eğer onu ifa edeceği
kanaatine varıyorsak bu durumda borçluyu gerçek alacak miktarı bakımından da
temerrüde düşürmeyecektir. İkincisi fazla miktar için ihtarda bulunan
alacaklının gerçek borç miktarının borçlu tarafından ifa edilmesi durumunda,
bunu kabul etmeyeceğinin anlaşılacağı durumlar. Örneğin, gerçek alacak miktarı
10 lira, ama 100 lira istedi. Borçlu 10 lira ödeseydi, alacaklı zaten kabule etmeyecektir
sonucuna varıyorsak burada da ihtar tamamen geçersiz olacaktır. Bir üçüncü
durum anormal bir biçimde gerçek alacak miktarını aşan bir miktar için ihtarda
bulunulması. 10 liralık bir gerçek borç var. Ama 1000 liralık bir ihtarda
bulundun. Anormal bir fark var. Borçludan bu tür bir ihtarı ciddiye alması ve
ona uygun olarak hareket etmesi beklenemez. İhtar bu yönde olunca ciddiye
alması beklenemez. 1000 neyse 10’a da razıyım demesi dürüstlük kuralı ile
bağdaşmayacaktır. Bir dördüncü durum ise biraz önce konuştuğumuz belirlilik
ilkesinden bahsederken konuştuğumuz durumun tam tersi, borçlunun gerçek borç
miktarının tespitine yarayan bilgilere sahip olmaması ve ihtarın bu konuda
herhangi bir bilgi içermemesi durumunda da plus petitio olacaktır. Gerçek alacak
miktarı için bile hüküm ifade etmeyecektir.
Bir
başka mesele doğru olmayan ihtar. Borç konusundan başka bir edime ilişkin
ihtar. Doğru olmayan ihtarla kastedilen şey odur. Borç konusundan başka bir
edime ilişkin ihtar geçersizdir. Nedir bu? à Bir iki örnek
verelim. Alacaklının henüz temerrüde düşmemişse borçludan aynen ifayı değil de
müspet zararı istemesi. Veya sebepsiz zenginleşmede genellikle aynen iade
şeklinde gerçekleştir bu mümkün değilse bedeli talep edilebilir. . Bir olay
düşünün aynen iade mümkün olmasına rağmen bedel üzerinden iade talep ediyor alacaklı.
Konusu ne bir saat. Ama talep edilen şey onun bedeli. Böyle bir ihtarın
geçersiz olacağı kabul edilir. Bazen gerçek borcun konusu ile ihtarın konusu,
nitelik veya tarz olarak farklı bir talep için ihtarda bulunulmuş olabilir.
Örneğin; alacaklı şu kadar miktarı ikametgâhımda ifa et dedi. Aslında onun girmesi
gerekirken borç aranılacak bir borç iken sanki götürülecek bir borçmuş gibi
ihtarda bulundu. Böyle bir ihtarın sadece alacaklının gerçekte borçlanılan
şekli ile borçlunun borcunu ifa etmiş olması durumunda, bunu kabul
etmeyeceğinin anlaşıldığı durumlarda geçersiz olduğu kabul edilmektedir. Bu
esasa az önceki örneği aktaralım. Borç aranılacak bir borç Borçlunun
ikametgâhında ifa edilecek bir borç Ama alacaklı gel öde dedi. Bu ihtar ancak
şu şekilde geçersiz olur. Borçlu gel al dediğine hayır buraya getireceksin
diyecek idiyse geçersiz olacaktır. Aksi takdirde değişik bir tarz için yapılan ihtar
da geçerli olacaktır. Aynı şey farklı bir para birimi için yapılan ihtar
bakımından da geçerlidir. Yani 100.000 lira alacağım var ama 64.000 dolar
istiyor. Burada bu ihtarın geçerli olduğu kabul edilmektedir. Bu ihtar
genellikle geçerli olmaktadır. Önemli olan alacaklı için paranın birimi değil
kendisidir Dolayısıyla alacaklının gerçekte borçlanılan birim üzerinde yapılan
ödemeyi kabul etmeyeceği kolay kolay olmayacaktır. Ama bu sonuca
ulaşılabiliyorsa olabilir. Anlaşılabiliyorsa o başka. Benim sana 100.000 lira
borcum var buyur al dedi. Hayır, bana dolar vereceksin demesi sık rastlanan bir
durum değildir ama bu sebeple alacaklıya gerçek para biriminin kabule etmeyeceği
şeklinde bir izafe edilemez. O yüzden bu şey de geçerli sayılacaktır.
Şimdi
kısaca ihtara gerek olmayan hallere bakacağız ve belirli vade kavramı üzerinde
duracağız. İhtara gerek olmayan durumlar EBK’ya göre 2 tane yenisine göre 4
tanedir. EBK bakımından belirli vade varsa ihtara gerek yoktur. İkincisi ifa
gününü belirleme yetkisi taraflardan birine tanınmış ve bu taraf usulüne uygun
bir beyanla ifa gününü tespit etmesi durumu vardır. Orada komik bir ifade var
YBK 117’de. Haksız fiil ve sebepsiz zenginleşmede de ihtara gerek yoktur
deniyor YBK’da, de karşı taraf kötü niyetli ise ihtara gerek vardır deniyor
sebepsiz zenginleşmede. O yüzden alacaklı nereden bilecek? O yüzden işi şansa
bırakmamak için hep ihtarda bulunacak. Aslında haksız fiilde haksız fiil faizi
ve sebepsiz zenginleşmede de zenginleşme faizi vardır, o yüzden ihtara gerek olmaması
hükmüne gerek yoktur. Oranlar da aşağı yukarı aynıdır. Dolayısıyla adamı
temerrüde düşürememiş olsak bile başka bir ad altında talep edilebilecektir.
Belirli
vadeye dönelim: Doktrinde çok tartışmalıdır. Acaba vadenin kanun tarafından
belirlendiği durumlarda ihtara gerek var mıdır? à Bu son derece tartışmalıdır.
Yani sözleşmede belirlenince ihtara gerek yok deniyor. Ama burada ağırlıklı
olan görüşü; vade gününün kanun tarafından belirlenmesinin bu kapsamda değerlendirilemeyeceğini
ifade ediyor. Kanun bir tarih belirlenmiş olsa bile o vade tarihi değil muacceliyet
tarihidir denmektedir, gerekçe olarak.
Belirli
vade ne zaman söz konusudur? à Biz kesin vadeli işlemler hakkın
konuştuktan sonra, belirli vade ile kesin vade birbirinden farklıdır demek
hakaret olur.
Belirli
bir vadenin söz konusu olması için açık ve belirli olması gerekir. Yani ifanın
belirli bir anda ya da belirli bir tarihe kadar gerçekleşmesi gerektiğinin
kararlaştırılmış olduğu aranır. Takvimle belirlemede bu şart gerçekleşmiştir.
12 Ocak 2013. Ya da Ocak 2013 içinde ifa gerçekleşecektir. Bu durumda ocak
ayının sonuna kadar ifa gerçekleşecektir. Demek ki vadenin belirlenebilir
şekilde olacağına kuşku yoktur. Ama bu şekilde değil de herkesçe bilinen bir
tarih esas alınarak da belirlenmiş olabilir. Mesela sözleşmenin kurulmasından
sonra 15 gün içinde diyor. Veya cumhuriyet bayramından 15 gün sonra. Burada da
vadenin belirli olduğu açıktır anlaşılır. Ya da bugünden itibaren 9 gün içinde.
Fakat
şu hallerde belirli vade yoktur. Mümkün olduğunca çabuk ifa edecektir diye bir
hüküm varsa bu belirli bir vade değildir. Orada şu hesabı yapamayacaktır.
Mesela
şöyle bir durumda; gemi varır varmaz 14 gün içinde. Geminin ne zaman varılacağı
belli, mallar teslim edilince 2 hafta sonra deyince; yine belirli vade olmadığı
söylenmektedir. Ruhsat alınmadan itibaren 1 hafta sonra denilince yine belirli
bir vade yoktur.
Bir
de fatura hikâyesi var. Çiğdem belki 1530’u özetleyecekmiş. Yeni 1530 hakkında
bize kısa bir bilgi ver.
Sözleşmeye
aykırılık halinde borçlunun kusurlu olmaması sebebiyle sorumlu tutulmayacağına
ilişkin Yargıtay kararına bakarsanız yine bonuslar gani gani ona göre.
14 Aralık 2012 – Fark Teorisi
Fazla
yapılan ödemelerin iadesi ile ilgili bir HGK kararı varmış.
Bugün
temerrütle ilgili meselelere biraz daha yakından bakacağım. Çiğdem arkadaşımız
1510’u anlatacak.
Temerrütle
ilgili geçtiğimiz hafta ihtarla ilgili meseleleri konuşmuştuk. Bugün aslında
paylaşılacak konu; lisans düzeyindeki bilgileri hatırladıktan sonra fark
teorisi üzerinde durmak istiyorum. Aynen ifadan vaz geçip müspet zararın
tazmini üzerinde durmak istiyorum.
İhtar
ve temerrüdün özellikle def’i ile ilgili şartlarına bakmıştık. Temerrüdün genel
olarak sonuçlarına bakalım. Genel sonuç denilince iki tane var. İkincisi
kazadan sorumluluk. Birincisi gecikme tazminatıdır.
Temerrüde
düşen borçlu aynen ifa borcundan kurtulmaz. Bu durumda alacaklı hem aynen ifayı
hem de gecikme tazminatı isteyebilecektir. Gecikme tazminatı niteliği
itibariyle bir tür müspet zarardır. Bir tür dememizin sebebi şudur: tam gerçek
manasıyla müspet zararlarda ifa edilmeyen edimin değerini de kapsar. Yani
müspet zarar borcun hiç ifa edilmemesi sebebiyle uğranılan zarardır. Oysa
gecikme tazminatında alacaklının zamanında ifaya olan tazminini konu alır. Bu
temerrüdün kusura bağlı sonuçlarından biridir. Borçlu temerrüde kusuru ile düşmediğini
ispat ederek sorumluluktan kurtulabilir.
Diğeri
kazadan sorumluluk. Borçlu temerrüt esnasında sözleşme konusu edimin bir kaza
sonucu yok olmasından ya da kötüleşmesinden de sorumludur. Bu sorumlulukta bir
tür kurtuluş kanıtı vardır. Borçlu temerrüde kusuru ile düşmediğini ispat
ederse kurtulabilir. İkinci kurtuluş kanıtı ise borçlu borcunu zamanında ifa
etmiş olsa bile kazanının yine alacaklı aleyhine gerçekleşeceğini ispat ederse kurtulabilir.
Burada
iki nokta önemlidir. Bu dedik ki bir manada temerrüdün kusura bağlı sonucu
dedik. Şu soru gelebilir? à Kaza oluyor diyoruz sonra kusur
diyoruz. Kaza evet kavramsal olarak kusur dışı olan bir şeydir tarafların
kusuru varsa kazadan bahsedemeyiz. Teknik manasıyla kaza tarafların sorumlu
olmadığı bir sebeple olumsuz sonucun meydana gelmesidir. Öbür taraftan da dedik
ki temerrüt kusura bağlı olması gerekiyor. Şimdi borçlunun temerrüdünde kusuru
farklıdır, gerçekleşen olaydaki kusur farklıdır. Yani bir doğa olayı olursa
örneğin kusuru olmadığını ispat ederse kurtulabilir.
İkinci
mesele ise şudur. Borçlu borcunu ifa etmiş olsa bile söz konusu kazanın
alacaklı aleyhine gerçekleşeceğini ispat ederse sorumluluktan kurtulur. Acaba
fiilen gerçekleşen kaza ile borçlu borcunu zamanında ifa etmiş olsaydı gerçekleşeceği
iddia edilen kazanın aynı şart olması gerekir mi gerekmez mi? à
Örnek verelim. Ben bir elektronik eşya satıcıyım. Televizyon vereceğim teslim
etmedim. Temerrüde düştüm. Paketlediğim televizyon yıldırım sonucu tahrip oldu.
Şunu dersem sorun çıkmaz à Ben teslim etmedim doğru ama bu alıcı
üst katta oturuyor, yıldırım binaya düştü dolayısıyla onun evinde de olacaktı.
Bu durumda aynı kazadır. Peki, şöyle olsaydı; yıldırım düştü fakat ben teslim
etseydim bu Yalova’daki yazlığına götürecekti, orada da su baskını oldu ve
yazlıklar kullanılamaz hale geldi. Burada kazalar aynı kaza değil. Sadece bu
tartışmaya dikkat çekmek isterim. Her iki görüşü savunan yazarlar vardır. Bu
şartın aranmaması daha mantıklı geliyormuş hocaya. Kazanın aynı kaza olması
şart değildir.
Temerrüdün
para borçlarına ilişkin sonuçları üzerinde durmayacağım. Çiğdem bilgi verecek.
Biz zaten biliyoruz. Para borçlarında temerrüt faizi ödenecektir. Ticari
işlerde avans faizi olduğunu biliyoruz. Biri sabit öbürü esnektir. Faiz oranı
değişebilir. Ticari işlerde faiz oranı 16,50 imiş.
Biz
iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerde temerrüdün sonuçlarına bakalım. Yine
borçlar genel ikide aşina odluğumuz tartışmaları burada da atlayacağız. Alacaklının
üç hakkı vardır. Bunu bilmeyen yoktur. Bunları sayamayanı siyasaldaki öğrencileri
bile geçirmiyorduk. Bunların kullanılmasını da bilmek gerekiyor. Orada sadece
şu tartışmayı hatırlatayım: aynen ifadan vaz geçtiğini bildirmesi gerekir ama
hangi hakkı kullanacağını bildirmesi gerekir mi? Yani müspet zararı mı yoksa
dönme artı menfi zararı mı talep edeceğini bildirmesi gerekir? à
Bu aslıdan alacaklının borçlu sırtından spekülasyon yapmasına engel olması
içindir. Düşünce böyle olduğu için sadece aynen ifadan vazgeçtiğini değil aynı
zamanda hangi hakkı kullandığını da bildirmesi gerekmektedir. Bu yüzen bu
görüşü savunanların gerekçesi haklı gibi geliyor bana da.
Şimdi
gelelim haklara: Bizim çok doğal karşıladığımız aynen ifa meselesi, bütün hukuk
sistemlerinde kabul edilen bir çare değildir. Alacaklının aynen ifa talebine
sahip olması sadece bizim mensubu olduğumuz hukuk ailesinde kabul edilmiştir. Birçok
hukuk sisteminde temerrüt halinde kural olarak alacaklı aynen ifayı talep edemeyecektir.
Zararı isteyebilir. Roma hukukundan beri böyle bu. Aynen ifanın istenmesinde
özellikle sanat eserleri gibi sadece maddi değil manevi çıkarların da olduğu durumlarda
izin verilmektedir. Bu tür istisnai durumlarda izin verilir. Bunun dışında
özellikle Anglo sakson hukukunda onun yerine sadece tazminat istersiniz. Viyana
satım sözleşmesi 28. Madde de tam orta noktayı buldu. İki sistem var yani
anlayacağınız. İsviçre’de aynen ifa talebi bağımsız kurum ama Anglo saksonlarda
yoktur. İki ayrı uç var. Viyana satım sözleşmesinde, aynen ifa talebi, bu
talebin icraya konulacağı ülke hukukunda kabul ediliyor olması gerekiyor. Yani
siz usul hukukuna ilişkin değerlendirilmeler sonucu İngiltere’de icraya
koyacaksanız aynen ifada talebinde bulunamayacaksınız. Ama Almanya’da
koyabilirsiniz.
Bizim
hukukumuzda aynen ifanın önceliği talebinden bahsedilir: Biraz düşününce bu
ifadenin kendisi de sorumludur. Doğrusu biri öncelikli ise diğerinin ikinci
planda gelmesi gerekir. Oysa bizde hepsi eşit şekilde tanınmıştır. Ama
kastedilen bu anlamda bir eşitsizlik değil temel yaptırımın aynen ifa
olmasıdır.
İkinci
hak üzerinde durmak istiyor hoca. Aynen ifadan vazgeçip müspet zararın tazmininin
talep edilmesi hakkı. Müspet zarar alacaklının sözleşme ifa edilmemesi
sebebiyle uğradığı zararlardır. Bu zarar müspet zarar diyoruz. Bu müspet
zararın talep edilmesinin alacaklının edim yükümüne etkisidir. Tamam, alacaklı
müspet zararı tazmin isteyecektir. Kendi edim yükümlülüğünü yerine getirmekle
yükümlü müdür değil midir? à Bu tartışmaya ilişkin olarak mübadele
teorisi ve fark teorileri mevcuttur. Mübadele teorisi; hatırlarsanız; alacaklı borçludan
müspet zararını talep ederken kendi edimini yerine getirmekle yükümlü
olmaktadır. Oysa fark teorisinde, müspet zararın tazminini talep eden
alacaklının kendi edimini yerine getirme yükümlülüğü yoktur. Alacaklı müspet
zararı ile yerine getirmek yükümlülüğünden kurtulduğu kendi ediminin değerinin
arasındaki farkı isteyebilecektir. Yani kendi edimi ile karşı taraftan talep
ettiği farkı isteyecektir. Bu manada daha yakında inceleyeceğiz. Bir farkın söz
konusu olması için alacaklının müspet zararının kendi ediminden fazla olması
gerekiyor. Eskiden bir tartışma vardı: BK sadece belirli vadeli ticari
satışlarda ön görmüştür, genel hükümde yoktur. Dolayısıyla böyle bir tartışma
vardı. Ama çoktan geçti bu tartışmalar. Fark teorisinin sadece ticari
satımlarda değil her türlü sözleşme bakımından uygulanabileceği söylenmektedir.
Fakat şu imkân sunulur alacaklıya; denir ki; tamam her sözleşmede
uygulanabilir, alacaklı ister mübadele talebine göre ister fark teorisine göre
istesin deniyor. Yani seçim yetkisi alacaklıda olsun diyoruz. Şimdi meseleye
yakından bakmayan hâkim görüşün son vardığı nokta budur. Fakat hocanın geçen
yıldan beri aktarmaya çalıştığı husus şudur. Meseleyi ciddi biçimde ele alan
kişiler fark teorisinin kural olması gerektiğini ileri sürer. Yani bu seçim
hakkının trampa ve benzeri sözleşmeler dışında pratik bir anlamı yoktur. Alacaklının
fark teorisine mi yoksa mübadele teorisine göre mi isteyeceğinin trampa vb.
dışına bir anlamı yoktur. Taraflardan birinin ediminin para olması durumunda
mübadele teorisinin uygulanması anlamsızdır: Neden? àİki
ihtimal olabilir; alacaklı var ve Borçlu var. B borçlu. Taraflardan birinin
ediminin para olduğu durumlarda mübadele teorisi anlamsızdır. Ya alacaklının
edimi paradır. Ya borçlunun yerine getirmediği edim paradır. İlk olarak ifa
edilmeyen edimin para olduğunu düşünelim. A formaliteleri yerine getirerek
kendine tanınan aynen ifa istemiyorum mübadele teorisine göre müspet zararı
istiyorum dedi. Mübadele teorisi neydi? à Mübadele
teorisine göre alacaklı ne isteyecekti. Ben alacaklı olarak kendi edimimi
yerine getirmiyorum. Yani malı teslim edecek malı. Senin bana vermekle yükümlü
olduğun edimi istemiyorum benim müspet zararımı tazmin et deniyor. Bu da kural
olarak ifa edilmeyen ediminin değeridir. A diyor ki ben malımı teslim ediyorum
senin edimini istemiyorum. B’nin edimi para edimiydi. Ben senin bana vereceğin
parayı istemiyorum, paranın değerini istiyorum. O değer nedir? à
Para artı gecikme faizi. Peki, şu cümleyi bu şartlarda kurabilir miyiz? à
Alacaklının aynen ifadan vazgeçtiği edim ile alacaklının talep ettiği alacak
aynı şeydir diyebilir miyiz? Yani vazgeçtiği şey ile talep ettiği şey aynı
şeydir. Bu ihtimalde borçlunun ediminin bir para edimi olması durumunda
mübadele teori böyle bir saçma duruma götürdüğünü buluyoruz. Bunun argümanları
şekli gerekçeler kullanırız. Geldiğimiz nokta mübadele teorisine göre istemesi
aynen ifa artı gecikme tazminatı gerekmektir. Oysa eski 106’da sizin aynen
ifadan vaz geçmeniz gerekir ki müspet zararı isteyebilirsiniz. Alacaklı bir
yandan o ek süre tayin ederek, aynen ifa talebinden vaz geçtikten sonra müspet
tazminat adı altında aynı noktaya geri dönmektedir. Çünkü alacaklı ben müspet
zararımı istiyorum deyince ben aslında para artı gecikme tazminatı istemiyorum
dedi. Peki, ama mübadele teorisi olunca vaz geçtiği noktaya geri dönüyor. Bu
şekli bir gerekçedir. Yani var olan haktır.
Katı
fark teorisi ve nisbî park teorisi diye şeyler var.
Yani
anlattığımız şey mübadele teorisi ile aynen ifa artı gecikme tazminatı eşittir
müspet zarardır. Fakat fark teorinde bir anlam ifade eder o da kendi edimini
ifa etmeyecektir.
İkinci
ihtimale gelelim. Borçlunun edimi maddi bir edim alacaklının edimi para.
Mübadele teorisinin anlamı nedir? à Alacaklı parayı
ödeyecek, karşı tarafın ifa etmesi gereken bir teslim borcuydu, artık onu
istemiyorum müspet zararımın tazminini istiyorum diyecektir. Karşı tarafa para
ödeyip para talep edecektir. Daha da somutlaştıralım. A B’den 30.000 liraya otomobil
aldı. Zamanında telsim etmedi B. Bu durumda senin otomobilini istemiyorum
diyor.
Şuraya
dikkate edelim. Bir görüşe göre edimlerin taksitle ifa edildiği durumlarda fark
teorisi ile mübadele teorisi arasında seçim yapma imkânı bir anlam ifade
edebilir bu görüşe göre. Örneğimizi düşünün. 30 bin lira idi. A 5 taksitle ödeyecek.
Mübadele teorisinde deniyor ki, taksite bağlanmışsa, mübadele teorisine göre
bir anlam ifade edebilir. Çünkü o 1 Ocak 2013 itibariyle 35 binin hepsini
isteyip kendi borcunu 6 6 6 öder. Dolayısıyla bu örnekte mübadele teorisi ile
fark teorisi arasında fark vardır deniyor. Yani alacaklının taksitle ödediği
durumlarda anlam ifade eder. Fakat buna haklı olarak şu gerekçe ile karşı
çıkılır. Böyle bir durumda alacaklının mübadele teorisine göre müspet zararını
isteyebilmesi, satım sözleşmesini ödünç sözleşmesine dönüştürür. Yani karşı
taraftan 35 bini bir çırpıda alacak, 30 bini taksit taksit ödeyecek. Oysa
bunların yaptığı bir ödünç sözleşmesi değildir. Böyle bir durumda bu
sözleşmenin bir anlamda niteliğinin değiştirir. Üstelik böyle bir durumda şu da
ileri sürülemez; taksitle satım yapıldıysa bir tür kredi tahsis edilmiştir. Bir
tür kredi sağlanmıştır da denemez, çünkü alacaklı aynen ifadan vazgeçmek
suretiyle borçlunun açtığı bu krediyi bir anlamda reddetmiştir zaten. O yüzden
bu tür durumlarda çare şudur; burada taksitle ödeme kararlaştırılmış olsa bile
peşin bedelin yani 30 bin değil 28 binmiş, peşin bedeli müspet zarardan
düşülerek aradaki farkın istenmesi gerektiği söylenir Aksi takdirde mübadele teorinse
göre ödünç sözleşmesine dönüştürür. Burada yapılması gereken peşin değerinin
bulunması ve müspet zararı bulup ikisi arasındaki farkın tazmininin talep
edilmesi gerekir.
Önümüzdeki
hafta müspet zararın fark teorisine göre hesaplanmasına ilişkin bir şeyleri
izleyeceğiz.
18
Ocak saat 17.00’de sınav olacak herhalde.
21.12.2012 – Fark Teorisinde Hesaplanma
Bugün
sadece fark teorisine göre bir hesap yönteminden bahsedeceğiz. Ondan sonra
dönmeden bahsedeceğiz.
Fark
teorisine göre zararın hesaplanması: Mübadele ve fark teorilerini görmüştük ve
taraflardan birinin para edimi olması durumunda ne olur konuşmuştuk. Yani
aslında seçme hakkı var ama para edimi olunca alacaklıya çok da bir anlam ifade
etmediğini anlatmıştık.
Fark
teorisine göre müspet zarar nasıl hesaplanacaktır. Fark teorisinin esasını
maddi edim değerinin para olarak hesaplanması oluşturur. Genellikle taraflardan
birinin edimini para diğerin edimini mal olmaktadır. Farkı bulmak için o malın
maddi değerinin hesaplanması gerekir. Şimdi satım konusunu inceleyelim. à
Şimdi satıcı fark teorisine göre müspet zararın tazminini istiyorsa olan şey
nedir? à
Alıcı satış bedelini ödememiştir temerrüde düşmüştür, satıcı da aynen ifaden
vaz geçip müspet zararını fark teorisine göre isteyecek. Bunun anlamı için şu
söylenebilir mi? à Satıcı açısından satım bedeli kendisi
için malın değerinden daha değerlidir. Yani aslında olan şey şudur: satıcı bu
malı daha yüksek bir bedelle başkasına satma imkânına sahip değildir daha düşük
bir miktara satabilecektir. O yüzden arada fark bulunması durumunda satıcının
bir faydası olmaktadır. Yani daha düşük bir fiyata satabilmesidir.
Tam
tersi ihtimalde, alıcı fark teorisine göre müspet zararının tazminini
istiyorsa, bu kez tam tersini söyleyeceğiz. Alıcı açısından malın değeri kararlaştırılan
satım değerinden daha yüksektir ancak o zaman kendi lehine bir fark doğacaktır.
Fark
teorisinin hareket noktası maddi edimin değerinin tespit edilmesi
oluşturmaktadır. Aradaki farka bakacağız. Ona geçmeden önce şunun altını
çizelim: müspet zarar elbette bu ikisi arasındaki farktan ibaret değildir.
Alıcının uğradığı başkaca zararlar varsa söz konusu farka ilave edilecektir ve
alıcının toplam müspet zararın miktarı bulunacaktır.
Biz
sadece farkın nasıl hesaplanacağına bakalım. Biz sadece satım sözleşmesinde
satıcının fark teorisine müspet zararının tazminini istemesini inceleyeceğiz.
BK’nın teslim için muayyen satımlarda iki tane yöntemi belirlediğini
düzenlediğini biliyoruz. Somut ve soyut yöntem. Şimdi bu bilinenlerin yanında,
bizde fazla bilinmeyen hatta hiç bilinmeyen iki ayrı yöntemden daha söz edeceğiz.
Yani toplam 4 metottan söz edeceğiz.
Birincisi,
BK’dan bildiğimiz somut yöntemidir. Bu nedir? à Yapılan ikame
satımındaki bedel ile ifa edilmeyen sözleşmedeki bedel arasındaki farkın tespit
edilmesidir. Yani satıcı söz konusu elindeki malı, iyi niyetle, başkasına
sattığı takdirde (ikame satım) onda kararlaştıran bedel ile sözleşmede
kararlaştırılan bedel arasındaki fark bu manada müspet zararı oluşturacaktır.
İkinci
yöntem yine somut metot başlığı altında incelenen ikinci yöntem; fiilen ikame
satımı yapılmadan sözleşmede kararlaştırılan bed3el ile malın tahmini satış
bedeli arasındaki farkın esas alınmasıdır. Buna alman hukukunda rastlıyoruz.
Özellikle taşınmaz satımlarında kullanılan bir yöntemdir. Bu durumda tahmini
bedel ile kararlaştırılan bedel arasındaki fark müspet zararı verecektir.
Satıcının
ikame satımı yapma gibi bir yükümlülüğü yoktur. Bazen, şu sorun üzerinde durmak
için söylüyoruz; ikame satımında kararlaştırılan bedel, sözleşmede
kararlaştırılan bedelden daha fazla olabilir. Fazlaysa genellikle bu yola
gitmez. Ama siz başta ön göremeyebilirsiniz. Yani en fazla 80’e çıkar dediniz
ama malı tuttunuz 130’a sattınız. Burada teknik anlamda bir fark ve zarar
yoktur. Genellikle kabul edilen görüşe göre böyle bir durumda yani daha fazla
ise ikame satımdaki bedel, satıcının bu kısmı muhafaza edeceği yönündedir. Yani
arada fark var sen onu karşı tarafa ver diyemeyeceğiz. Ama bu farkı muhafaza
eder ama müspet zarar sadece aradaki farktan ibaret değildir, başkaca zararları
olabilir dedik ya. Ama bu başkaca zararlardan bu fazlalığı (teknik anlamda
olmayan farkı) mahsup etmesi gerekmektedir. Yani 30 liralık başkaca zararı var.
Bu durumda mahsup edilirse tazminat sıfır olacaktır.
Alman
federal mahkemesine göre, böyle bir mahsup işlemi, ikame satımında
kararlaştırılan yüksek bedeli, aynı zamanda malın piyasa değeri olması
durumunda söz konusu olur. Yani örnekte kararlaştırılan para 100 gitti 130’a
sattı. 130 da aslında malın piyasa değeridir. Yani fazla fark, piyasa bedeli
olmasından kaynaklanmıştır. Alman federal mahkemesine göre o başkaca zararlar
ancak bu durumda mahsup edilmesi gerekir. Buna karşılık, satıcı kendi özel
gayretiyle veya mala özel ilgi duyan bir alıcı bulduğu için daha fazla bir
bedele satmış ise, diğer zararların mahsup edilmesine gerek olmayacaktır. Kime
göre? à
Alman federal mahkemesine göre.
Doktrinde
bu ikinci durumda mahsup yükümlülüğünün olmaması eleştirilmektedir. Deniyor ki
ister kendi gayretiyle ister özel alıcı bulmasından kaynaklı olsun, her durumda
satıcının bu farkı elde etmesi, ilk satımdaki alıcıya mal teslim etmemesi
sayesinde mümkün olmuştur, dolayısıyla bu fazla miktarın diğer zararlardan
düşülmesi gerekir. Burada da mahsup edilmesi gerekir. Ayrıca hemen arkasında
özel ilgi duyan birisini bulduysa onu sömürdüğü için bu farkı elde etmiştir. Bu
durumda bu fazla kısım diğer zararlardan mahsup edilmesi gerekmektedir
Şimdi
bu soyut yönteme bir bakalım. Soyut yöntemin ilk versiyonu, bizim BK’dan
bildiğimiz yöntemdir. Malın rayiç fiyatı varsa, somut olarak ikame satımının
yapılmasına gerek yoktur, sözleşmede kararlaştırılan bedel ile borsa ile rayiç
fiyat arasındaki farkı isteyecektir. Yani ikame satım yapmaya gerek olmaksızın
ikisi arasındaki farkı isteyecektir. Bu aşina olduğumuz bir yöntemdir. Soyut
metodun alman hukukunda uygulanan ikinci şekli şu şekildedir; misli mallarda,
satıcı aynı anda birden fazla kişiye ifada bulunabilir. Yani ne kadar müşteri
gelirse gelsin onlara o kadar mal teslim etmesi mümkün olur. Ne kadar talep
olursa onu piyasaya sürme imkânına sahiptir. Dolayısıyla satıcı alıcıya mal
teslim etme yükümlülüğü altına girmiş olsa bile onun başka sözleşmeleri
yapmasını engel teşkil etmeyecektir. O halde bu tür sözleşmelerde, alıcının
temerrüde düşmesi satıcının kâr kaybına uğramasına yol açar. Yani bir müşteri
eksik kâr elde etmiş olacaktır. Hâl böyleyse, eğer bir üretici veya bayii söz
konusuysa müspet zarar; sözleşmede kararlaştırılan fiyat ile o malı üretmek
veya elde etmek (kendisi üretmiyor başka yerden elde edecek ise) yapılan
harcamalar arsındaki farktan ibaret olacaktır. Yani sözleşmede 100 lira
kararlaştırıldı. Temerrüt oldu, ilk yöntemi biliyoruz. Burada deniyor ki, öyle
borsa fiyatıyla uğraşmaya gerek yoktur, o malın üretimi için gereken masraflar
ile kararlaştırılan değer arasındaki fark bize müspet zararı vermektedir.
İsviçre hukukunda bu yöntemin uygulandığını hiç görmemiş hoca. Alman hukukunda
ilk soyut yönteme dar anlamda soyut yöntem, ikinci türe ise geniş anlamda soyut
yöntem adı verilmektedir. İki hesaplama şekli farklıdır. Somut olaylarda farklı
farklı sonuçlar ortaya çıkabilir. Bu ikincisi için misli olmayan mallar
bakımından bu uygulanmaz.
Şimdi
son olarak bu sözleşmeden dönme meselesine bir bakalım. Üçüncü seçimlik ha
aynen ifadan vaz geçip sözleşmeden dönme hakkıdır. Sözleşmeden dönmeye ilişkin
olarak, teorilerden bahsetmeyeceğiz. SEROZAN armağanında da yazmış hoca, bu
tartışmanın anlamsız olduğunu. O yüzden dönme hakkı ile ilgili bir iki cümle
ile anlatalım. Sözleşmeden dönme bizim hukuk sistemimizde bizim BK’mıza göre
bazı formalitelere tabi tutulmuştur. Ek süre verilecektir vs. Lisans düzeyi
bilgileri tekrar etmeyecek hoca ama bilmek gerekiyor bunları. Bizim hukuk
sistemimizde dönme hakkını kullanabilmek için şart aranmamaktadır. Sözleşmenin
esaslı ihlali şartı aranmamaktadır. Kural olarak ek süre vereceksiniz veya süre
gerekmeyen bir durumda dönme hakkınızı kullanırsınız. İlk derslerde
bahsetmiştik, biz imkânsızlık temerrüt gereği gibi ifa etmeme diye ayırıyoruz.
Şu anda da borçlu temerrüdünü konuşuyoruz. Yeni metinlerin hiç birinde neyden
kaynaklandığına bakılmamaktadır. Merkez kavram sözleşmenin ihlalidir. Her
durumda dönme hakkını kullanamazsınız. Sadece esaslı ihlal durumunda dönme
hakkını kullanabilirsiniz. Ama bu hukuk sistemlerinde de borçluya ek süre
verilmesi, normalde esaslı olmayan bir ihlali esaslı ihlal haline getirmektedir.
Yani süre verilip o süre geçince, artık ihlal esaslı mıydı değil miydi diye bakmaya
gerek yoktur. Bu noktadan bakınca bizde de süre verilmesi kural olduğuna göre
arada bir fark yoktur yani. Şekli anlamda bir fark vardır.
Metinlere
bir bakalım; UNIDROIT ilkeleri; burada sözleşmenin ihlalinin esaslı bir nitelik
taşıması gerekir. Bu metinlerin tamamında şu ifadeye rastlarsınız; genellikle renksiz
bir kavram olan sona erdirme değimi kullanılır. Bu bazen dönme bazen fesih
niteliğinde olabilir. Bu hakkın kullanılması tazminat anlamına gelmemektedir.
Tazminat hakkını muhafaza etmektedir. Bizde malum dönme ile sadece menfi zararı
istersiniz. Müspet zararı talep etme hakkı yoktur. Bu yeni metinlerde müspet
menfi ayrımı terkedildiği gibi, ayrıca sona erme hâlinde bu tazminat hakkında
vaz geçildiği anlamına gelmediği ifade edilmiştir.
UNİDROİT
7.2.5’de düzenlenmiştir. Bu hakkın kullanılmasının bazı etkileri vardır. Bir,
kaçırdım, iki, iade edilmesi gerekir. Yine bu metinlerin hepsinde yer alan
ifadelerden biri de bu hakkın kullanılmasını, ihtilafların çözümüne ilişkin
kayıtları ortadan kaldırmayacağı ifade edilir. Yani bir sözleşmede tahkim kaydı
varsa dönme hakkının kullanılması tahkim kaydını kaldırmaz.
7.3.6’da
iadenin esasları düzenlenmiştir. Aynen iade mümkün değilse veya karşı taraftan
beklenemez nitelikte ise kural bedel üzerinde iadedir.
Avrupa
Sözleşme Kanunu Ön tasarısına gelince, burada da sözleşmenin sona erebilmesi
için ihlalin esaslı bir nitelik taşıması gerekir. Buradaki ilginç düzenleme
şudur; alacaklının borçluya 15 günden az olmamak üzere uygun bir süre vermesi
ve bu sürenin sonunda sözleşmenin kendiliğinden sona ereceğini belirtmesi
gerekmektedir. O sürenin sonuna kadar da ifa gerçekleşmezse artık sözleşme sona
erecektir.
Ortak
Referans Çerçevesi Taslağında; bunun maddeleri gariptir. Burada da dönme
hakkının kullanabilmesi için ihlalin dönme hakkının kullanılmasının şartıdır.
Biraz önce girişte Türk hukukuyla bir farkı yoktur dediğimiz şeyin, bu
III.-3:503’de deniyor ki, bu ek sürenin sonuna kadar ihlal esaslı ihlal
niteliği taşımasa bile, artık sözleşme sona erdirilebilecektir deniyor.
Sözleşmeyi sona erdirme hakkının kullanılması hangi durumlarda söz konusudur,
hangi hallerde dönme hakkını kullanılabildiği III-3:506’da düzenlenmiştir.
III.
– 3:509 vd. ise bir şeyler düzenlenmiştir işte.
Alman
Medeni Kanunundaki BGB 346 yani dönme hakkının kullanılmasının sonuçlarına
biraz daha yakından bakalım. Burada esas basittir, deniyor ki her iki taraf da
daha önce elde ettiği edimleri ondan sağladıkları yararlarla birlikte iade ile
yükümlü olacaktırlar. Şu hallerde, aynen iadenin yerini bedel üzerinden iade
almaktadır: (i)ilki, edimin niteliği gereği iadesinin mümkün olmaması
oluşturur. İş görme ve kullandırma edimlerinde bu vardır. İşçi işi gördü, dönme
oldu. Şimdi diğer onun mu işini görecektir. Bu durumda bedel üzerinde olacaktır.
(ii) İade konusu şeyin iade alanın tüketilmesi, bir hakla sınırlaması, işlemesi
veya biçimini değiştirmesi (iii) üçüncü durum ise iade konusu şeyin hasara
uğraması veya kötüleşmesi. Bu üç durumda kural nedir? à
Aynen iade mümkün olmadığından bedeli iade edilecektir.
Şimdi
belirtilecek üç durumda ise bedel üzerinde iade yükümlülüğü de
yoktur:[346paragrafının 3. Fıkrasından bahsediyoruz] (i) dönme hakkının
kullanılmasına yol açan ayıp ilk olarak işlenmesi veya biçiminin değişmesi
durumunda ortaya çıkmışsa. Terzi olduğunuzu düşünün kumaşı aldınız. Tam kesip
biçerken gördünüz ki ortada bir delik var.
(ii) İade konusu malın kötüleşmesine veya yok olmasına iade
alacaklısının yol açtığı bir durum yol açmış ya da aynı zarar mal onun elinde
olmuş olsaydı dahi meydana gelecektiyse bu takdirde de bedel ile bile iade
yoktur. Bunun ilk kısmına örnek verelim: iadesi konusu malın iade alacaklısının
sorumlu olduğu bir şey yol açmışsa, diyelim ki freni bozuk araba teslim
ettiniz. Araba ile giderken kaza yaptım sonradan ayıplı olduğu ortaya çıktı.
Sözleşmeden dönme hakkının kullanınca herkes iade edecek. Ama araba pert oldu.
Bu hale gelmesine sebep olan kişi iade alacaklısına aittir. İkinci durum ise;
hani kazadan sorumluluğu konuşmuştuk. Söz konusu ona benzer bir durumdur.(iii)
Son durum olarak, yasal dönme hakkı bakımından (alman hukukunda eskiden
2002’den önce ağırlıklı olarak tarafların sözleşmede dönme hakkını
kararlaştırdığı esas alınmaktaydı. Yani normal olan kanundan doğan dönme
hakkında ise o sözleşmeden doğan dönme hakkına atıf yapmayla yetiniliyordu. Ama
mevcut metinde ise bu ikilik kaldırıldı ve hem yasal hem de sözleşmeden doğan
dönem hakkı bakımdan uygulanır.) yasal dönme hakkında dönme hakkı sahibinin
kendi işlerine gösterdiği özeni göstermiş olmasına rağmen, tamamen veya kısmen
iade imkânsızlaşmış ise, yine bedel üzerinden iade yükümlülüğü söz konusu
olmayacaktır. Bu üç durumda iade borçlusu elinde ne kaldıysa onu geri vererek
iade borcundan kurtulacaktır. Bu üçüncü duruma ilişkin olarak değerlendirme
yapalım. Dönme hakkı sahibi diyor ki, kendi işlerinde göstermiş olduğu özeni
göstermiyor olmasına rağmen iade tamamen veya kısmen imkânsızlaşmış ise diyor. Temerrütte
dönme hakkı sahibi genellikle kendisine mal teslim edilmeyen bir alacaklıdır. Temerrütten
değil ayıplı ifaden örnek verelim. Ben size ayıplı mal teslim ettim, siz dönme
hakkını kullandınız, bende aldığınız malı iade edip paranızı geri alacaksınız. Kanunun
dediği olursa bedel indirimi söz konusu olmayacaktır. Bu tür durumlarda, ister
ayıba karşı tekeffül ister kısmi imkânsızlıkta olsun, borçlunun karşı tarafa
bir mülkiyet hakkının geçirilmesi söz konusudur. Karşı taraf da o malı malik
olma niyetiyle elde etmektedir. Şunu söylemeye çalışıyorum, o şahsın diğer
malları hangi özenden nasipleniyorsa, bu mal da bunun kapsamına girecektir.
Çoğu zaman iade konusu şey iade borçlusunun kendi işlerinde gösterdiği özene
tabi olacaktır. E o zaman her durumda iade borçlusunun kurtulması söz konusu
olacaktır. Nitekim bu hüküm çok yoğun eleştirilere uğradı. Çünkü ben malı kendi
malım gibi kullandım. Burada zaten mülkiyetin naklini hedefleyen bir sözleşme
vardır, o kişi o malı kendi mülkiyetini katmak için alır. O yüzden kendi için
alır. O yüzden öbür mallarına hangi özeni gösteriyorsa aynı özeni
gösterecektir. O yüzden bu kriterden hareket edildiği takdirde, iade borçlusu
tamamına yakın durumda böyle olacaktır zaten. Bir vekâlet sözleşmesini düşünün,
o işi görürken kendi işinizdeki özeni gösteriyor musunuz yoksa başkasının işi
deyip savsaklıyor musunuz diye bakılıyor.
Sözleşmelerin
tasfiyesi çok tartışmalı bir meseledir. Halen tezlerde görüşler yazılıyor.
Problem iade imkânsızlığı meselesidir. Yeni dönmeciler ise diyor ki, sözleşme
hukukunu uygularsak bu problem ortaya çıkmaz. Orada sonraki imkânsızlık borcu
ortadan kaldırıyor. Bu problem sadece dönmede değil iptal ve butlanda da doğar.
Yani onun üst kavram olması gerekmektedir. Bu çok karışık ve teknik bir
meseledir. Hoca SEROZAN Armağan’ında 50 sayfa yazmıştır. Bu dönem bu metinden sorumlu
tutulmayacaktır.
Böylece
bir dönem sona ermiş bulunmaktadır.
Sınav
22.01.2012 ‘de sınav olacaktır. Yukarıdaki tarih yanlış tarih. En son güncel
sınav tarihi budur.
Yeni
metinlerden de sorumlu olacağız. Onları bulmak gerekiyor.
Sınav
tarzı pratik şeklinde değil doğrudan teorik olarak soru şeklinde olacakmış.
Yani filanca nedir anlatın şeklinde olacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder